12 Eylül 2015 Cumartesi

11 Eylül 2015 - İzmir - Alsancak - Yenikapı Tiyatrosu 11. Kongre - Ahura Konseri


11 Eylül 2015,
Yenikapı Tiyatrosu 11. Kongre, Alsancak - İzmir

1. İstanbul
2. Pirlere Niyaz Ederiz    (Vokal: Özlem Olcay Kara)
3. Drama Köprüsü           (Vokal: Şevin Tepe, E. Gitar: Bora Şahinkara)
4. Jiyan

Defler: Halil İbrahim Şan, Şeyda Turan, Özlem Olcay Kara, Orhan Metin, Ekber Serin, Beritan Karabay, Şevin Tepe, Sami Hosseini, Farhood Khademi
Elektro gitar: Bora Şahinkara

10 Eylül 2015 Perşembe

4 Eylül 2015 - Ahura - İzmir Konseri


4 Eylül 2015 İEF, İzmir

1. Gol Wenewşe                (Vokal & klasik gitar: Nooran)
2. İstanbul
3. Leyla                             (Vokal: Şevin Tepe, Intro'da gitarlar: Bora Şahinkara & Nooran)
4. Munzurlu                      (Vokal: Özlem Olcay Kara)
5. Teriq                             (Vokal: Nooran, Gitarlar: Nooran & Bora Şahinkara)
6. Jiyan
7. Drama Köprüsü            (Vokal: Şevin Tepe, Elektro gitar: Bora Şahinkara)
8. Pirlere Niyaz Ederiz     (Vokal: Özlem Olcay Kara)
9. La Bamba & Kevokim (Vokal & klasik gitar: Nooran)

Defler, ziller ve efetkler: Halil İbrahim Şan, Şeyda Turan, Beritan Karabay, Havar Tan, Şevin Tepe, Özlem Olcay Kara, Eren Akgül, Orhan Metin, Farhood Khademi, Sami Hosseini
Klasik Gitar: M. Nooran
Elektro Gitar: Bora Şahinkara

4 Eylül 2015 - İzmir - Ahura Ritm Topluluğu
4 Eylül 2015 - İzmir - Drama Köprüsü'nden Bir Fotoğraf
4 Eylül 2015 - İzmir - Bir Seyirci

29 Ağustos 2015 Cumartesi

28 Ağustos 2015 - DİHA Röportajı - "İzmirli Vicdani Retçiler: Saray İçin Ölmeyeceğim, Öldürmeyeceğim"

İZMİR (DİHA) - İzmirli vicdani retçiler, zorunlu askerlik yapanların kurşun sıkmayarak barışın birer kahramanı olmasını isteyerek, "Ben AKP için, IŞİD için, saray için ölmeyeceğim ve öldürmeyeceğim" çağrısında bulundu. Vicdani retçiler, gönüllü askere gitmek isteyenlerin sayısını açıklayan Genelkurmay Başkanlığı'nın "Şu an kaçak durumda olan, askerden firar edenlerin sayısını da" açıklamasını istedi.

Yeniden alevlenen çatışmalar, ölen asker cenazelerindeki tartışmalar zorunlu askerlik konusunu gündeme getirdi. Vicdani Ret Derneği, "Savaşa karşı bir ses, şimdi vicdani ret zamanı" sloganıyla, zorunlu askerlik yapmaya maruz kalan gençlere, "Savaşın insan malzemesini kurutmak için askere gitmeyin" çağrısı yapmıştı. Bu çağrıya toplumsal barış için kulak verilmesini isteyen İzmirli Vicdani retçiler, zorunlu askerde olanların kurşun sıkmayarak barışın birer kahramanı olması gerektiğini belirtti.

'Vicdani ret zamanı'

Konuyla ilgili DİHA'ya konuşan vicdani retçi Bora Şahinkaya, AKP'nin seçimlerde olası bir yenilgiyi önceden hesaplayarak yaşanan çatışmalı süreci önceden planladığını ve seçimden sonra alınan yenilgiyle ulus devlet milliyetçiliği stratejisini hayata geçirdiğini söyledi.

"Her gün, haberlerde okunan savaş haberlerine bakıldığında ulus devletin zorunlu askeri olmaya neden karşı çıktığımız anlaşılacaktır" diyen Şahinkaya, yaşananlara bir kez derinlikli ve vicdani bakıldığında "İşte bunun için vicdani reddimi açıklıyorum" diyebileceğimiz günlerde olduğumuza dikkat çekti.

'Kurşun sıkmayı reddedin'

Zorunlu askerlerin mümkün olan en kısa sürede "Ben AKP için, IŞİD için, saray için ölmeyeceğim ve öldürmeyeceğim" deme bilincine ulaşması gerektiğine dikkat çeken Şahinkaya, "Böyle bir itaatsizliğin nasıl yapılabileceği konusunda Vicdani Ret Derneği ile iletişime geçip fikir alışverişi yapabilirler. Sonra bir miktar cesaret ve stratejik bir planla askerden kaçıp, kurşun sıkmayı reddedip barışın kahramanlarından biri olabilirler" dedi. 'Kimin ne derdi varsa, buyursun'

Şahinkaya, AKP'nin kirli savaşının bilincine varılması ve bir barış bloğunun yükselmesiyle ulus devlet milliyetçiliğinin, ırkçılığın, kapitalizmin, homofobinin ve ataerkilliğin de sorgulanacağını belirtti. Şahinkaya, "AKP iktidarının, hazır Cumhuriyet tarihinin ideolojisini de kullanarak silahlarını bize doğrultup, ateşlemeye başladığı bugünlerde; insanları barışa örgütlemeli, umuda örgütlemeli, özgürlüğüne örgütlemeli, bu yönde üretimler ve çalışmalar yapılması gereklidir. Kimin ne derdi varsa; bırakalım da o sebeple muktedire karşı yanımızda mücadele etmeye katılsın, gerisini yolda konuşuruz, gerisini biber gazlarının içinde birbirimizin gözüne süt sıkarken konuşuruz" diyerek her kesimi toplumsal barış için ortak mücadeleye çağırdı.

Tutar: Ölüm vatan için değil, iktidar için

Bir diğer vicdani retçi Utku Tutar ise, bir ülkenin ordusunda asker olduğun zaman birey kavramının yok olduğunu ifade ederek, orduda kişiye emirler verildiğini ve emirlerin sorgulanmadığını söyledi. Ordu'da insanlara "Yap, et, öldür" komutlarının verildiğinin altını çizen Tutar, birey bu emirleri sorgulama lüksü olmadan öldürmeye zorunlu bırakıldığını söyledi. Zorunlu askerlerin neden askerde olduklarını bilmediklerini belirten Tutar, "askere gidenler özgürlük ve ya vatan savunması için öldürmüyor, daha çok ulus devleti, iktidarı ve sermayeyi güçlendirmek için savaşıyor ve öldürüyor" dedi.

'Genelkurmay kaçakları da açıklasın'

Genelkurmay Başkanlığı'nın sivilleri askere çağıran açıklamalarına da tepki gösteren Tutar, bu söylemlerin sadece milliyetçi duyguları kabartmak için geliştirildiğinin altını çizerek, "Şu an kaçak durumda olan, askerden firar eden, askerde iken intihar eden ve vicdani ret için başvuranların sayısını da açıklasınlar" dedi.

Zorunlu askerlik yapanların silahlarını bırakarak yaşama dönme çağrısı yapan Tutar, barışın ancak böyle sağlanacağını söyledi.

(sç/avt)

21 Haziran 2015 Pazar

[OKUMA] - Baran Sarkisyan - Erkekliği Kutsama Törenleri: Sünnet, Asker ve Evlilik Törenleri - 21.06.2015

Yaşadığımız ülkede gelenek-görenek denilerek masumlaştıran erkekliğin kutsandığı üç törene geçmeden önce gelenek ve göreneklerin de verili sistemden bağımsız olmadığını, ataerkiden de ayrı değerlendirelemeyeciğini vurgulamakta fayda var. Her ne kadar köleci döndemden feodal döneme, feodal dönemden kapitalist döneme bu gelenek-görenekler biçim değiştiriyor olsa da temel aynı kalmakta, her çağda olduğu gibi bu çağda da erkeklik göndere çekilip kadının üzerinde kılıç gibi sallanmaya devam etmektedir. Düğünler aracılığıyla da bu erkek egemenliği kutsanmaktadır.

Sünnet düğünleri, bu memleketin penisi yüceltme törenleridir; o sünnetlik bastonları, o kral tacları, hediye gelen o oyuncak tabancalar, o davullar, zurnalar, türk bayrakları ve penise okutulan mevlütler… Aile de bu törenle birlikte çocuklarının bu ilk erkeklik adımını vatana ve millete duyurmuş olur. Bu törenin tam manasını ergenlik çağına gelince varacak olan erkek çocuğu yaşamı boyunca penisiyle düşünecek, penisiyle hareket edecek ve penisiyle erkeklik varoluşunu tamamlayacaktır.

Kız çocuklarının ilk reglleri utanç ve gizlilik içerisinde iken erkeğin sünneti tüm aleme gururla duyurulur.

Asker düğünleri ise, erkeğin ana kucağından asker ocağına geçişini sembolize eden, erkekliğin kutsandığı törenlerin ikincisidir. Havaya sıkılan kurşunlarla, çekilen halaylarla, kornalı bayraklı konvoylarla ve ”en büyük asker bizim asker” sloganlarıyla hal-i hazır asker, kadınların gözyaşları arasında silahlı birliğe teslim edilir. Burada kadının rolü ”bekleyen, yol gözleyen” iken, erkeğin rolü ”vatanı düşmanlara karşı koruyacak yegane güç”tür. Yani, ülkenin korunması da, tıpkı kadının ‘namus’unun erkeğe emanet edilmesi gibi yine erkeğe bırakılmıştır. Erkek, bu askerlik sürecinde silah kullanmayı, insan öldürmeyi, itaat etmeyi, emir vermeyi, acımasız olmayı öğrenir.

Bu eğitimlerle iyice pişen erkek; ana kuzusundan asker adama evrilerek toplumsal cinsiyet alanında iktidarına iktidar katıyorken; kadın, bu süreci bu iktidara hizmet için aile ve devlet tarafından kölelik eğitimine tabi kılınmaktadır.

Evlilik düğünleri, kadının namusunun ve kullanım haklarının babanın, imamın ve devletin taahhütüyle kocaya devretme törenleridir. Bu kullanım hakları çocuk yapma ve yetiştirme, cinsel ihtiyacın giderilmesi ve ev işi hizmetlerinin giderilmesi başlıkları altında da toplanabilir.

Babadan kocaya devir töreni öncelikle ”kız isteme” aracılığıyla başlar. Bu pazarlıkta istenilen kadının fikrinin alınıp alınmaması babaya bağlı olarak bölgeden bölgeye değişebilmektedir. Eğer taraflar anlaşırlarsa belirlenen bir tarihte gerçekleşecek olan düğünde gelinin beline babası tarafından bekareti temsil eden kırmızı kuşak takılır. Bu, namusun kocaya temiz bir şekilde teslim edilmesinin bir ayrıntısıdır. Gelinin kocasına kurban olması için de kına yakılır. Eski zamanda sahiplenilen veya köle alınılan kadının kaçmaması için elleri ve ayakları bağlanılır ve geçen süre içerisinde kadının sadakatine güvenilirse ayaklardaki ipler sökülür ama yine de hatırlaması için bir parmağında ip bağı bırakılırdı. Böyle bir geçmişe sahip olan yüzüklerin takıldıktan sonra da tüm aleme bu tören davul ve zurnayla duyurularak tamamlanmış olur.

Bu törenlerle iktidar sarhoşu edilen erkeğin kendi iktidarını tehlikede hissettiği anda nasıl vahşileşip kadına yönelik şiddete, tecavüze yöneldiğini şimdi daha iyi anlayabiliriz sanırım. Bu aynı zamanda bir tecavüz veya erkek şiddeti olayında neden öncelikle erkeğin değil de kadının sorgulanıp yargılanmasının nedenidir.

Erkeklerin egemenliği de kadınların omuzları üzerinden yükselmektedir. Bu egemenliğin sarsılıp erkeklerin de kadınların hizasına düşmesi temelde kadınların mücadelesi ile başarılacaktır. O zaman eşitliğin temelinde özgürlüğün törenleri gerçekleşecektir.

Baran Sarkisyan

dunyalilar.org

6 Şubat 2015 Cuma

[OKUMA] - Sibel Özbudun - "Dilsel Çeşitlilik Mücadelesi Küresel Kapitalizme Karşı Mücadeleye İçkindir" - 11-02-2012

DİLSEL ÇEŞİTLİLİK MÜCADELESİ
KÜRESEL KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEYE İÇKİNDİR[1]

SİBEL ÖZBUDUN


“İnsan, dilinin altında gizlidir.”[2]

“Ziman derîyê dil e.”[3]

“Kürtçe medeniyet dili değildir,” diye buyurdu bir devlet büyüğü, geçtiğimiz günlerde. Mefhum-u muhalifinden okunduğunda, “Türkçe medeniyet dilidir,” diyen bir böbürlenme tonunu kaçırmak, olanaksız.

“Hayır, esas Kürtçe medeniyet dilidir,” diye itiraz etmek mümkün bu dayılanmaya. Onun ardından da Kürtçe’nin zenginliği, tarihselliği, Kürt edebiyatının gelişkinliği vb. konusunda argümanlar öne sürmek…

Ama ben başka bir yoldan gitmeyi önereceğim: Ne demektir “medeniyet dili” olmak? Arınçgiller yakın zaman önce “evlad-ı Fatihân” olmakla böbürlenirlerdi. “Ceddimiz dedemiz, neslimiz babamız” cümle cihanı karşılarında diz çöktürmüşler, Hilali bir hançer gibi ehl-i salibin bağrına saplamışlar, Viyana kapılarına dek dayanıp…

Daha “rafine” sağcılar, artık işi bu kadar vulgarize etmiyorlar. Nihayetinde dün bağrına hilali sapladığımız Hıristiyan Avrupalılarla daha içli dışlılar – siyaseten ve ticareten… Peki daha “şık” gibi duran “medeniyet dili” kostaklanması, alttan alta “evlad-ı fatihân” olma böbürlenmesinden çok mu farklı? Öyle ya, bir dilin “medeniyet dili” hâline gelmesi, ancak ve ancak ulus-devlet sınırlarını aşan bir politik çeper dahilinde konuşuluyor olmasıyla mümkündür. Bu ise klasik ya da “modern” biçimleriyle emperyal bir girişim ile mümkündür ancak. Antik çağda Latince’yi bir lingua franca kılan, Roma İmparatorluğu’nun kılıcıdır. Arapça İslâm fetihleriyle birlikte Asya içlerinden İspanya’ya dek yaygın bir alanda kullanılır olmuştur. Bugün “medeniyet dili” olmakla övünen İspanyolca, bu özelliğini Cristobal Colon ile başlayan ve on milyonlarca Amerikan yerlisinin yaşamına ya da boyunduruk altına alınmasına malolan alçakça bir fetih ve sömürgecilik serüvenine borçludur. Bir başka “medeniyet dili”, İngilizce bir yandan soğukkanlı ve acımasız bir sömürgecilik girişiminin, diğer yanda da XX. yüzyıl boyunca tüm dünyaya kök söktüren ABD emperyalizminin sultasına borçludur yaygınlığını. Fransızca’nın Afrikalı’ya “medeniyet”i nasıl öğrettiğini ise Franz Fanon’dan ya da “Hepimiz katiliz!” diye haykıran Jean Paul Sartre’dan öğrenmek mümkün.

Şu hâlde, “medeniyet dili”ne sahip olmakla övünmek, atalarının emperyal/ist serüvenleriyle iftihar etmekle bitişik bir edim. Yani fethedilen yüzbinlerin katledilmesi, yerlerinden-yurtlarından sürülmesi, haraca bağlanması, yabancı bir boyunduruğa zorlanması, kadınlarına, çocuklarına el konulması, doğalarının tahrip edilmesi, kaynaklarının metropollere akıtılması, yerli halkın demir yumrukla disipline edilmesi, yani “medeniyet”i mümkün kılan bir dizi edimle iftihar etmek…

Hayır bu, bizim işimiz olamaz. Biz bugün birlikte “madunların dilleri”nden söz edeceğiz. Yenik düşmüşlerin, ezilmişlerin, fethedilmişlerin aşağılanan, yok sayılan, unutulmaya mahkûm kılınan dillerden… Ya da “medeniyet dilleri” olma savındaki ulusal dillerin sömürgeleştirdiği ve sürekli olarak saçaklara iterek marjinalleştirdiği “yerel diller”den.

* * *

“Burası Tevfik Esenç’in mezarıdır. O Ubıhça’yı konuşan son kişiydi.”

Yeryüzünde Ubıhça olarak anımsanan dilin son konuşmacısı Tevfik Esenç’in 1984’te yazdırdığı bu cümle, 1992’den bu yana, hem 88 yaşında yaşamını yitiren Esenç’in, hem de Ubıhça’nın Manyas’ın Hacıosman köyü mezarlığındaki kabrinin başucundaki mezar taşının üzerinde duruyor.

1900’lerin son onyılları, yalnızca Ubıhça’nın yok oluşuna sahne olmadı. Roscinda Nolasquez, 1987’de 94 yaşında California’da öldüğünde, Kupenyo dili de onunla birlikte yok olmuştu. Vapo dili de 1990’da Laura Somersal ile birlikte gömüldü.

Ubıhça, Kupenyo ve Vapo’dan önce de, Avustralya’nın Kuzey Queensland’ında Mbabram dili, annesini yitirdikten sonra bu dili konuşabileceği kimseyi bulamayan Arthur Bennett ile birlikte 1972’de tarihe karışmış, 1974’te Man Adalı Ned Maddrell ölürken yanında eski Man dilini de götürmüştü…[4]

Meksika’da Chiapas eyaletinde sadece yetmişbeş yaşlının konuştuğu Mocho dili ise, ölümünü beklerken, birkaç bin kilometre kuzeydeki Ohio’da, dil enstitülerinde şimdiden “mumyalanıyor.”[5]

Bilinen dünya dillerinin yaklaşık yarısı, son 500 yıl içerisinde yitip gitti. Bugüne kadar gelebilmiş olan yaklaşık 6700 dilin beşbininin ise, bir iki kuşak içerisinde yitip gideceği hesaplanıyor. 1950-1970 yılları arasında “her yıl yaklaşık elli dil öldü; 1950’de hâlâ konuşulan dillerin yarısı da sadece doktora tezlerine konu olmak üzere hayatta kaldı.”[6] Bu “tükenme” süreci, bugün de bütün hızıyla sürmekte: yeryüzü, iki haftada bir dillerinden birini yitiriyor.

Günümüzde dünya nüfusunun yüzde 96’sı yeryüzünde hâlen konuşulan 6 700 dilin yüzde 4’üyle iletişim kuruyor. Bir başka deyişle, dünyanın dilsel zenginliğini muhafaza edenler, dünya nüfusunun sadece yüzde dördü.[7] Bunların çoğu ise, yeryüzünün marjinalleştirilmiş bölgelerine sıkışıp kalmış durumda,[8] dev “modernleşme” dalgaları karşısında tutunmaya çalışan küçücük halk adacıklarından oluşuyor. Genç kuşakları ulusal eğitim sistemleri ya da ABD patentli tüketimcilik ideolojisi tarafından massedilip, “medeniyetin dilleri”ne doğru firar ederken, onlar bu insanlık hazinesini umutsuz bir inatla muhafaza ediyorlar.

Dil ölümleri yalnızca dünyanın ücra köşelerinde, büyük bir hızla “ulus-devlet”lerine ya da “dünya sistemi”ne entegre edilirken kültürel dağarcıkları ve pratikleriyle birlikte dillerini de unutan “medenîleşmiş” yerli toplumları arasında olagelmiyor. Refah ve eğitim standartları dünya ortalamasını katlayan Kuzey Amerika ve Avrupa, tam bir “dil mezarlığı” görüntüsü arz etmekte. Bu coğrafyalarda yaşamış dillerin yalnızca yüzde biri kullanılıyor! Okur-yazarlık yaygınlaştıkça, eğitim düzeyi yükseldikçe, çarpıcı bir biçimde, yerel dillerin kırımı da hızlanıyor[9] …

Manx ve Cornish, Britanya’da yitip gitmiş ve diriltilmeye çalışılan dillerden ikisi. Welsh, Brythonic, İrlanda Gaelic’i ve İskoç Gaelic’i ise şu an sun’i teneffüste.[10]

Bourguignon-Morvandiau, Lorrain, Picard, Poitevin, Saintongeais, Angevin, Mayennais gibi Oïl dilleri, Vivaroalpenc, Auvegnat, Landese, Limousin gibi Occitan dilleri, Forèzien, Bressan, Dauphinois, Savoyard gibi Franco-Provençal diller ise Fransa’nın can çekişen ya da çoktan tarihe karışmış dilleri.

Gelelim bu topraklara, yani Anadolu’ya… Bir SIL (Summer Institute for Language) projesi olan Etnolog: Dünya Dilleri dizisinde Paul M. Lewis’in derlediği Türkiye verileri, Anadolu’da hâlen hayatta olan dillerin dökümünü şöyle vermekte:

Avrupa: Arnavutça (15 000 kişi), Ermenice (40 000 kişi), Gagavuzca (327 000), Bulgarca (300 000), Domari (Ortadoğu Romani 28 500), Rumca (4000), Ladino (8000), Pontusça (4540), Balkan Romani (25 000), Sırpça (20 000), Tatarca, Ubıhça (yok oldu).[11] Asya: Abaza (10 000), Abhaz (4000), Adige (278 000), Arapça (400 000), Güney Azerî (530 000), Kırım Tatarcası (2000), Dimili ya da (Güney) Zazaki (1 milyon), Gürcüce (40 000), Hertevin (1000), Kabartay (1 milyon), Kazak (600), Kırmancki (Dersimce, Güney Zazaki) (140 000), Kumuk (birkaç köy), Kürtçe (kuzey; Kurmanc), Kırgızca (1140), Lazca (30 000), Osetin, Asurice (tükendi), Türkçe, Türkmence (920), Turoyo (Süryanice, 3000), Uygurca (500), Güney Özbek (1980), Zazaca.[12]

Göçmen diller: Asurî neo-Aramîce, Çeçence (8000), Dargwa, Lak (300), Lezgi (1 200), Mezopotamya Arapçası (100 000), Kuzey Levanten Arapça (500 000), Kuzey Özbekçe, Batı Farsî.[13]

Bu dillerin büyük bölümünün Bülent Arınç’ın “medeniyet dili” Türkçe’nin karşısında yitip gitmeye mahkûm olduğunu belirtmeye gerek var mı?

* * *

Oysa dilbilimciler, antropologlar ve yeryüzünün kültürel çeşitliliğiyle ilgili herkes bilir ki her dil bir kültürel evreni gizler bağrında. Derinlerinde ortak bir “evrensel gramer”i paylaşıyor olabilirler, Chomsky’nin belirttiği gibi. Ama her biri, kendilerini üreten ve yaşatan halkın/halkların deneyim dağarcığını, dünyaya bakışını, sınıflandırma sistemlerini, çevrelerindeki süregenliği nasıl ayrıştırıp ve adlandırdıklarını, ama aynı zamanda masallarını, mitoslarını, tarihlerini, türkülerini barındırır. Diller olmaksızın, yeryüzü çeşitliliğinin ayırtına varmamız olanaksızdır. Örneğin ancak Türkik diller bize atın “donları”nın çeşitliliği konusunda bir nosyon verebilecektir. Bu bab’da Salim Küçük, Gülden Sağol’un çalışmasında saptadığı 44 at donunu sıralar: ak, akçaIagca, al, ala, alaça, az, ak az, beyaz/ala beyaz, boz, ak boz, temir boz, çal, çapar, çil, çilgü, egir/eygir, kara, kır, demir kır, kızgıl, kızıl, sızılsagı, kongur, kök, kökiş, kuba, kula, kızıl kula, kuru kula, kül levünlü/kara kül levünlü, or, sarıg, sıçan tüli, sis, taz, tıg, torug, hurmayı torı, yagız, az yagız, kara yagız, yaşıl, yegren…[14]

Buna karşın, örneğin denizle içli dışlı yaşayan Tahitililer yüzlerce balık tür ve çeşidini bir solukta sayabilir, dahası, insanları balık davranışları doğrultusunda sınıflandırabilirler… Kuzey Kutup bölgelerinde yaşayan Samiler (Laponlar) ise 0-6 ay, 6 ay-1 yaş, 1-1.5 yaş, 1.5-2 yaş, 2.-2.5 yaş. vb. erkek ve dişi rengeyiklerini ayrı adlarla adlandırmaktadır. Samiler rengeyiklerini ayrıca “donları”na, boynuzlarının biçimine, ayaklarına, huylarına göre de sınıflandırırlar. Samiler yanı sıra, bizim kar deyip geçtiğimiz kavram için de zengin bir terminolojinin sahibidirler: čahki, örneğin, “sert kartopu”nu, geardni “ince kar tabakası”nı; gaska-geardi, “kar tabakası”nı; gaska-skárta “sert kar tabakası”nı; goahpálat “karın yoğun yağıp şeylere yapıştığı kar fırtınası”nı; guoldu “rüzgârın şiddetli olmadığı ama yoğun kırağı yağdığında yerden yukarı doğru havalanan kar”ı vb. vb. tanımlar.[15]

Ya da Mikronezya dillerinden Kiribati’de sayılar 66 farklı tarzda sınıflandırılabilmektedir. Veya Hopi dilinde zaman, Batı dillerinden çok farklı biçimde kavramsallaştırılmaktadır: tezahür eden ve tezahür olan. İlki duyumlar aracılığıyla deneyimlenen fiziksel evreni, geçmişi ve şimdiki zamanı içerirken, ikincisi ise akılda varolanı (biaztihi Kozmosu, aklı ve ‘gelecek zaman’ olarak tanımlanabilecek kipi) içerir.

Bu örnekleri sonsuz ölçüde çeşitlendirebiliriz. Ve örnekler çoğaldıkça dillerin yitip gitmesinin nasıl bir kültürel kıyım (ethnocide) olduğu daha iyi çıkar ortaya.

* * *

Peki neden ölüyor diller? Öncelikle, yerel dilleri konuşan halklar bünyelerinde yer aldıkları sömürge imparatorlukları ya da ulus-devletlerin asimilasyon girişimlerine hedef oldukları için. “Medeniyet dairesi”ne dahil olmak için durağan, geri kalmış batıl adetlerini ve de tabii dillerini terk etmeleri gerektiği anlatılıyor onlara. Geçmişte sömürge imparatorluklarının yaptığı gibi ulus devletler de kimi zaman bu asimilatif politikaları zorla uyguluyorlar: sürgünler, demografik mühendislik uygulamaları, kamusal alanda tek dil dayatmaları, yalnızca resmî dilin konuşulduğu eğitim sistemleri, yerel dillerde yayıncılığın engellenmesi, çocukların zorla ailelerinden kopartılarak devlet kurumlarına teslim edilmesi…

Ancak “modernite” (ya da dilerseniz daha kapsamlı bir kavrama başvurup, “medeniyet” diyelim) salt baskı araçlarıyla dayatmıyor kendini. Aynı zamanda kendi üstünlüğü, hatta biricikliği, alternatifsizliğine ilişkin hegemonik ideolojileri de üretip yaygınlaştırabileceği araçlara sahip. Böylelikle “mağlupların”/mağdurların zihinlerini ele geçirebiliyor. Madunun egemene tek yanlı hayranlığı, onunla özdeşleşebilme arzusu, kendisine ait her şeyi geri, köhne, işlevsiz, geçersiz saymasına yol açıyor. Refahı, zenginliği, ilerlemeyi, teknolojiyi, gücü temsil eden egemen, madunun gözünde değer kazanırken, aynı zamanda kendine ait herşey değersizleşiyor: dili dahil.

Kapitalist sistemin yeryüzünün her bir bucağına nüfuz ederek tekil bir piyasaya eklemlemesi girişimi olarak tanımlayabileceğimiz neo-liberal siyasaların bu süreci hızlandırdığını vurgulamaya gerek var mı?

* * *

Oysa (ana)dil, insanın içine doğduğu, yerleştiği, tekniksiz-teklifsiz bellediği, içselleştirdiği, “doğası”na kattığı/“doğallaştırdığı” bir iklimdir. Bu nedenledir ki bireyin “özgün bir yetisi” gibi ona içkinleşir. [Oysa, Chomsky’nin izinden giderek vurgulayacak olursak dil öğrenme kapasitesi insana içkin bir yeti iken, her bir özgül dil, (büyük ölçüde) kültüreldir ve kültürün bireye aktarımını olanaklı kılan en önemli kanaldır.] Ancak dili “doğal” bir parçamız saymamıza olanak sağlayan etmenler sayesindedir ki, kültürü(müzü) de “natura”mızın bir parçası sayarız.

Anadilin (egemen dil karşısında) değer yitimine uğraması, bu nedenledir ki, başka hiçbir ideolojik etmen olmasa da, kültürün değersizleş(tiril)mesini getirir.

Bunun için, diller yitip gittikçe, deneyimlerimiz tektipleşmekte, doğal ve insanî çevremize ilişkin kavrayışımız kısırlaşmakta, tekil bir egemenlik tarzı karşısında alternatifleri yitirmekte, giderek bir tekkültürlülük cenderesine mahkûm kılınmaktadır.

Bu “tekkültürlülük” “başka alternatif yok/there is no alternatif (TINA)” dayatmasıyla Kuzey emperyalizminin yoksul ve çeşitli Güney’e dayattığı (neo-liberal) piyasa ekonomisi, yani kapitalizm olduğu ölçüde, kültürel çeşitlilik, dolayısıyla da dillerin yaşaması ve kendilerini kendi özgür iradeleri doğrultusunda geliştirme hakları için mücadele, küresel kapitalizme karşı mücadelenin aslî bir veçhesidir.

11 Şubat 2012 10:42:48, Ankara.

N O T L A R
[1] 19 Şubat 2012 tarihinde İstanbul AKA-DER’in düzenlediği “Anadil ve Halklar” başlıklı panelde yapılan konuşma… Jineps, Mart 2012…
[2] Hz. Muhammed.
[3] “Dil yüreğin kapısıdır.” (Laz (Megrel) Atasözü.)
[4] Daniel Nettle ve Suzanne Romaine (2002), Kaybolan Sesler. Dünya Dillerinin Yokoluş Süreci. Oğlak Bilimsel Kitaplar, ss.16-17.
[5] Madhu Suri Prakash, Gustavo Esteva (1998), Escaping Education, Living as Learning within Grassroot Cultures, Peter Lang, 8.
[6] Ivan Illich (1977). Towards a History of Needs.Berkeley: Heyday Books, s.7.
[7] Peter K. Austin (2006). Survival of Languages.Twentyfirst Annual Darwin College Lecture Series, Lecture 3. http://www.hrelp.org/aboutus/staff/peter_austin/AustinDarwinLecture.pdf.
[8] Örneğin, dünya dillerinden 427’si Nijerya’da, 270’i Kamerun’da, 210’u Zaire’de, 73’ü Fildişi Kıyıları’nde, 43’ü Togo’da, 72’si Gana’da, 51’i Benin’de, 131’i Tanzanya’da, 380’i Hindistan’da, 86’sı Vietnam’da, 92’si Laos’ta, 160’ı Filipinler’de, 137’si Malezya’da, 670’i Endonezya’da, 860’ı Papua Yeni Gine’de, 105’i Vanuatu’da, 66’sı Solomon Adaları’nda, 250’si Avustralya’da, 240’ı Meksika’da, 210’u Meksika’da… bir başka deyişle, “bütün dillerin yüzde 70’inden fazlası, dünyanın en yoksul ülkelerinden kimilerinin de içinde olduğu topu topu 20 ulusal devlette konuşulmaktadır.” Nettle ve Romaine, agy. s.64.
[9] Bkz. Wolfgang Sachs, (der.) (2008) Kalkınma Sözlüğü, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Basın-Yayın, Dağıtım, Ankara.
[10] Bu dilleri “kurtarma” çabaları için bkz. Enlli Môn Thomas and Virginia C. Mueller Gathercole, (2005) “Minority Language Survival: Obsolescence or Survival for Welsh in the Face of English Dominance?” Proceedings of the 4th International Symposium on Bilingualism, ed. James Cohen, Kara T. McAlister, Kellie Rolstad, and Jeff MacSwan, MA: Cascadilla Press.
[11] “Languages of Turkey (Europe), http://www.ethnologue.org/show_country.asp?name=TRE
[12] “Languages of Turkey (Asia)”, http://www.ethnologue.org/show_country.asp?name=TRA
[13] “Languages of Turkey (Asia)”, http://www.ethnologue.org/show_country.asp?name=TRA
[14] Salim Küçük, “Türk Kültüründe Donlarına Göre Atlara Verilen Adlar Ve Nişanları”, Turkish Studies,c.4/8, Güz 2009, s.1832.
[15] Ole Henrik Magga, “Diversity in Saami terminology for reindeer and snow”, http://www.arcticlanguages.com/papers/Magga_Reindeer_and_Snow.pdf

4 Şubat 2015 Çarşamba

20 Ocak 2015 - JINHA Röportajı

Röportajı 20 Ocak 2015'te Jinha'dan arkadaşım Ceren Karlıdağ ile gerçekleştirdik. Kadına şiddet meselesinde erkeklerin durması gereken nokta üzerine 3 kişiyle yapmayı planladığı bir röportaj-haber için seçtiği 3 kişiden biri ben oldum. Ceren ile olan samimiyetime de sığınarak, onun da bana düşüncelerimi en rahat ve nitelikli şekilde ifade edebileceğim şekilde bana hareket etme fırsatı verdi ve ben iyi bir konuşmacı olmadığımı ama kendimi yazarak iyi ifade edebildiğimi düşünerek röportajı gerçekleştirmede şöyle bir yöntem izledik: Ben Ceren'den konu kapsamında hazırladığı soruları bir kağıda yazmasını rica ettim. Sonra ben de o kağıdı elime alarak, sorulara sırasıyla yanıtlar yazdım. Ve en son da yazılı yanıtlarımdan yola çıkıp, cevapları kafamda iyi-kötü toparlayarak sözlü bir söyleşiye dönüştürdüğüm bir görüntü kaydı verdim.

Bunun yanı sıra düşmek istediğim bir not da şu: Ceren Karlıdağ, röportaj metninin ham halini Jin Haber Ajansı editörüne gönderdikten sonra, editörün benim ana akım televizyonun en küçük bir 'an'ıyla bile nasıl patriyarkaya hizmet ettiğine dair verdiğim örneklemeyi SGDF'den Rıdvan Coşkun'a atfetmesi de doğruculuk titizliğimden düzeltme gereği duyarak, haberin yayınlandığı metni aşağıda aynen paylaşıyorum.

Ve son bir not: Röportajın görüntülerini de anı olarak bir kenarda dursun veya bir gün araştırma yapan, sorgulamanın başlarında olan bir insana belki bir argüman versin diye Youtube'a yükleyip, bir kenara koydum. O görüntüler de işte budur:









***

Ceren Karlıdağ/ JINHA

İZMİR – “Kadına karşı şiddet erkeklikse biz erkek değiliz” diyen Fırat Şereş, Bora Şahinkara ve Rıdvan Coşkun, kadının ve erkeğin adil ve eşit bir yaşam kurması gerektiğin altını çizerek, erkeklerin kadınlara uyguladıkları şiddetin hiçbir şekilde meşru olmadığının altını çizdi.

Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) üyesi Fırat Şereş, Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) aktivisti Rıdvan Coşkun ve Yenikapı Tiyatrosu çalışanı Bora Şahinkara geçtiğimiz yıl Kadına Karşı Yönelik Şiddetle Mücadele Günü olan 25 Kasım’da İzmir’de düzenlenen eyleme katılarak, “Kadına karşı şiddet erkeklikse biz erkek değiliz" yazılı pankart taşımıştı. Fırat, Rıdvan ve Bora, erkek şiddetinin tarihsel boyutunu anlatarak, hemcinslerinin kadınlara karşı uyguladıkları şiddeti değerlendirdi.

'Şiddetin tarihinde kapitalizm var'

Yenikapı Tiyatrosu çalışanı Bora Şahinkara, erkek şiddetinin tarihinin anaerkil sistemin bitişi ile başladığını ifade etti. Toplumların yaşamını sürdürdüğü üretim araçlarının daha çok kol kuvveti gerektirmesiyle erkeklerin konumunun değiştiğini söyleyen Bora, "Üretim araçlarının ve yönetimin erkeklerin eline geçmesiyle özel mülkiyet kavramı ortaya çıktı. Erkeklerin iktidara oturmaya başlamasıyla doğal yollarla kapitalizmle iç içe geçtiğini düşünüyorum. Bu noktadan sonra erkeklerin ve zenginlerin kendilerine altın tepside sunulan iktidarı sahiplenmesi ve korumak amacıyla yapabilecekleri şiddeti ortaya çıkarıyor" dedi. Bora, kadının ve erkeğin adil ve eşit bir yaşam kurması gerektiği ve erkeğin "ezen" taraf olduğunu kabul etmesi gerektiğini ifade etti.

'Erkekliği reddetmek erkeği de özgürleştirecek'

Sosyalist Gençlik Derneği Federasyonu (SGDF) aktivisti Rıdvan Coşkun ise, kapitalizmle doğru orantıda artan erkek iktidarının kendini korumak amacıyla şiddetle bütünleştiğini ve bu öğretilmiş olgunun erkekleri kendilerine yabancılaştırdığını ifade etti. Erkek şiddetinde yalnızca kadınların öldürülmesi, şiddete, tacize ve tecavüze uğraması olarak bakılmaması gerektiğini söyleyen Rıdvan, hayatın her alanında "erkek" zihniyetinin kadını etkilediğini ifade etti. Ana akım medyadaki kadın programlarına dikkat çeken Rıdvan, “Bu programlara katılan bir aile düşünelim. Sunucunun ev işleri ile ilgili sorduğu bir soruda kameranın hemen kadına dönmesi veya medyada erkeği güçlendiren argümanların kullanılması da bir şiddettir" dedi. Rıdvan, algılarda yaratılan toplumsal cinsiyet rollerinin de kadına uygulanan şiddeti normalleştirdiğini ifade etti. Yine bu öğretilmiş değerlerin erkeklerin özgürlüğünü de kısıtladığını dile getiren Rıdvan, "Erkek, toplumun kendine çizdiği tipolojiye uymak zorunda kalıyor. Bu masum erkek çocuklarını şiddet uygulayan erkeklere dönüştürüyor ve zincirliyor" dedi. Rıdvan, erkeklikten kurtulma mücadelesinin erkekleri özgürleştiren bir hamle olduğunu ve erkekliği reddetmenin erkeği özgürleştiren bir alanda durduğunu dile getirdi. Rıdvan son olarak "Erkekliğimizle ve tabularımızla yüzleşeceğimiz her türlü eylemi önümüze koymalıyız" dedi.

‘Kadınlar Rojava’da destan yazıyor’

"Kadına karşı şiddet erkeklikse biz erkek değiliz" sloganının toplumsal cinsiyetin ayrıştırıcı özelliklerine karşı yapılan eylemlilikler olduğunu söyleyen ESP'li Fırat Şereş de, bunun erk zihniyetine karşı başlatılmış bir cephe olduğunu dile getirdi. Bunun yaşamda karşılığı olan somut bir olgu olması için mücadele ettiklerini kaydeden Fırat, "Kadın özgürlük mücadelesi bugün en üst seviyede. Bundan 30 yıl önce feodal bağların hapsettiği kadınlar bugün Rojava'da destan yazıyor. Biz de erkekliğimizi reddederek bu mücadeleyi sahiplenmeliyiz" diye konuştu. “Kadın özgürlük mücadelesinin açtığı kulvarda erkeklerin durması gereken yer ‘Kadına karşı şiddet erkeklikse biz erkek değiliz’ sloganıdır” şeklinde konuştu. Fırat, erkeklik tarifini yıkarak, mücadelenin öznesi olmak istediklerini dile getirdi.

'Erkek kendisiyle yüzleşmeli'

Erkeklerin kadınlara uyguladıkları şiddetin hiçbir şekilde meşru olmadığının altını çizen Fırat, bunun sistemin bir problemi olarak ele alınması gerektiğini söyledi. Sistem tarafından hapsedilen, mağdur edilen, işsizlik sorunu yaşayan erkeğin sisteme gösteremediği öfkesini kadından çıkardığını dile getiren Fırat, "Öfkeyi sisteme kanalize etmek gerek, bunun yolu da her alanda örgütlenmekten geçer" dedi. Şiddet ve istismarın en ağır biçiminden en hafifine kadar ele alınması gerektiğini kaydetti.

[OKUMA] - Alp Altınörs - "Ya HDP'yle Demokrasi Ya AKP'yle Milli Şeflik" - 04-02-2015

Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisi için özel hazırlanan bir programla, TRT ekranlarından seçim hedeflerini açıkladı: 2015 seçimlerinde hedefi, Bakanlar Kurulu'nu ve Başbakanlığı tasfiye etmek, bütün otoriteyi ellerinde toplamak. Kendisi için tasarladığı Başkanlık makamı, her türlü denetimden muaf ve siyasi sorumluluktan azade olacağı gibi, pratikte yargılanamaz olacak. Bunun adı, Milli Şeflik Sistemi olabilir ancak. Erdoğan Diktatörlüğünün demokrasiye olan mesafesi, mevcut 12 Eylül rejiminden bile daha fazla olacaktır. Ya da, Erdoğan'ın arzuladığı mutlak iktidar, 12 Eylülcü faşist rejimin bağrında halk mücadeleleriyle açılan çatlakların sıvanması ve zorbalığın tırmanması anlamını taşıyacaktır. Bu, tek parti iktidarına, 1930'lara geri dönüş demektir

Erdoğan kendi etrafında bir cunta kurarak ülkeyi kişisel diktatörlüğü altında yönetmek istiyor. Hiç kuşkusuz Erdoğan'ın ellerinde yoğunlaşan otorite, Türk milliyetçiliğinin, erkek egemenliğinin, kapitalist sömürünün, doğa talanının yoğunlaşması anlamına gelecektir. Metal grevinin Erdoğan imzasıyla yasaklanması bunun ilk sinyalidir.

Resmi sıfatı Cumhurbaşkanı olan Erdoğan'ın seçimlerde taraf tutması, anayasa tarafından yasaklanmış durumda. Ama o bunu takmıyor. Tıpkı yaptırdığı kaçak saray hakkında mahkemelerin verdiği durdurma kararını takmadığı gibi. Yetkilerini kısıtlayacak, kendisinden hesap sorulmasını sağlayacak hiçbir mekanizma istemiyor. Ne gücünü dengeleyecek bir Meclis, ne yargı denetimi, ne halkın demokratik örgütlenme ve gösteriler yoluyla hakkını araması.

Erdoğan 19 Ocak'ta hükümeti Beştepe'de toplayarak Davutoğlu'nun göstermelik Başbakanlığını bir kenara itti. 29 Ocak'ta TRT'de yaptığı konuşmayla, AKP'nin seçim stratejisini belirleyerek bu kez de AKP Genel Başkanlığını fiilen Davutoğlu'nun elinden aldı. Milletvekili aday listesinin belirlenmesinde de farklı bir tablo yaşanmayacaktır. Dolayısıyla:

a) AKP'nin 2015 seçimlerindeki hedefi 276 milletvekili çıkartarak Bakanlar Kurulu oluşturmak değildir. Erdoğan'ın açıkça ifade ettiği üzere "En az 330'u yakalamak" ve anayasayı değiştirmektir.

b) AKP'nin 330'u bulması, kendi anayasasını yaparak Erdoğan diktatörlüğünü kurmak için referanduma gitmesi demektir. Böylece sadece müzakere süreci değil, genel anlamda her türlü toplumsal diyalog süreci bıçakla kesilecektir. 2013 Gezi Direnişiyle hızı kesilen neoliberal program tüm hızıyla yeniden uygulamaya konulacaktır.

c) Yani AKP'nin bu seçimde 330'u bulmasını engellemeyen hiçbir strateji başarılı sayılamaz. CHP ve MHP, Erdoğan'ın bu hücumu karşısında hazırlıksızdır.

MHP seçmeni zaten bir "Güçlü Adam"ın devletin başı olması fikrine yapısal olarak yatkındır. Erdoğan'ın bu hamlesinde Türk devlet geleneklerinin Hakan-Sultan-Padişah tipolojisine geri dönüşü görmekte, içten içe desteklemektedir. Bu destek CB seçimlerinde açıkça görülmüştü.

CHP seçmeni ise Erdoğan diktatörlüğüne gidişi büyük bir kaygıyla izlemekte, ancak CHP'nin giderek etkisizleşen muhalefeti nedeniyle çaresizlik duygusunu yaşamaktadır. CHP MYK'sı da "AKP'ye karşı etkili muhalefet" için kararlar alacağına, "HDP'ye karşı mücadele" kararı alarak yeni bir hayal kırıklığına neden olmaktadır. Neticede, 2015 seçimlerinde her iki parti de muhtemelen yerlerinde sayacaktır.

Şu anda, Erdoğan'ın bu diktatoryal yöneliminin karşısında demokratik bir programla gerçek bir seçeneği somut olarak ören sadece HDP olmaktadır.

HDP'nin seçimlere parti olarak girmesi ve %10 barajını aşması;

a) 12 Eylül rejiminin getirdiği %10 seçim barajını ortadan kaldıracaktır,

b) AKP'nin baraj sayesinde bedavadan kazandığı vekillikleri ondan geri alarak AKP'yi 330'un altına itecektir. AKP'nin kendi başına anayasa yaparak 12 Eylül rejimini derinleştirme yöneliminin önünü kesecektir,

c) Müzakere sürecinin kurumsallaşmasını ve AKP iktidarının iki dudağı arasından kurtarılmasını sağlayacaktır. Böylece bütün toplumsal kesimlerin müzakere sürecine katılım imkanları da artacaktır,

d) Meclis'te bir sosyal muhalefet grubu oluşturarak, neoliberal program karşısında emekçilerin sosyal taleplerini yükseltecek, böylece gerçek bir solun gelişiminin önünü açacaktır.

HDP'ye iyi niyetle "bari bağımsızla girip 20-30 vekille de olsa Meclis'te kalın" önerisi yapanlar, AKP 330'u bulduğunda Meclis'in göstermelik bir kuruma dönüşeceğini öngörememektedir. Erdoğan da "masada yeriniz kalmaz" diyerek HDP'yi bu yöne itmeye çalışmaktadır.

2015 seçimlerinde iki program yarışacaktır: Bir yanda Erdoğan'ın fiili liderliği altındaki AKP'nin 12 Eylül rejimini bir Erdoğan diktatörlüğüne dönüştürme programı, diğer yanda HDP'nin barajları yıkarak demokrasinin alanını genişletme programı.

ALP ALTINÖRS
İlk yayınlandığı mecra: Etkin Haber Ajansı