11 Haziran 2023 Pazar

"Ahtapot" Üzerine

(Uyarı: Filmi izlemeden önce okumamanız tavsiye olunur. Spoiler içerir.)

***

2019 yapımı Engin Erden yönetmenliğindeki ve Lidya Akkuş & Yusuf Bayraktar oyunculuğundaki 12 dakikalık kısa filmle, MUBİ üzerinde, Türkü Doğan'ın tavsiyesiyle 10 Haziran 2023'te tanıştım.

***

Bir hayvan özgürlükçüsü olarak film boyunca balık tutma meselesinden rahatsız ola ola izliyordum ki, finalde tam da bu meseleyle karşılaştım! Çocukların yabancılaşmayı aşma eşiğini atlattığını düşündüğümüz çarpıcı bir durum yaşanıyor finalde. Belki unutamayacakları ve hayat görüşüne yön verecek düşünüşleri açacak olan çarpıcı bir şey.. Aynı etkiyi izleyicinin de yaşamasını umuyorum tabii bir vegan olarak. İnsanlıkta yaygın olan kültürün hayvanın benliğine ne kadar yabancı olduğunu, ona korkunç bir şekilde davranmanın ne kadar sıradanlaştığını güzel gösteriyor finalde.

Bunu (hayvanlara yabancılaşmamızı) sıradan bir durum olarak gören eserlere göre elbette bunu böyle sıradan görmediğini beyan eden bir eser olmasına çok mutluyum elbette.

Ama hayvan özgürlükçü ifşalar/siyaset hakkında bir yöntem tartışması vardır. Yabancılaşmayı aşmamız gerektiğine eminsek ve bunu ifade etmek istiyorsak aramızdaki bir sonraki seviye sorusu şu:

1- Malum gerçekleri, kanlar içindeki ve akıl almaz korkunçluktaki koşullar içindeki hayvan bedenlerini gösterip veya anlatıp dehşete düşürerek, şoke ederek, travmatik/travmatik etkisi olmayacak bir duygu krizi yaşatarak mı meselenin idrak edilmesini ve etik tavır alınmasını ummak?

2- Yoksa gerçeklik bu olsa da sert bir dil yerine olumlu hisler hissettiren bir yaklaşımla meseleden bahsetmeye çalışmak konuya yabancılaştırılmış insanlar için daha yapıcı bir karşılaşma, düşünme fırsatı ortaya çıkar? Hani meselenin gerçeği büyük bir trajedi olsa da hiç bunun üzerine düşünmemiş insanları üzerek değil bağ kurdurarak yabancılaşmayı aşmasını sağlayabiliriz düşüncesi..

Ahtopot filmi, film boyunca 2 numaralı yöntemi tercih ediyor. Bağ kurduruyor. Yumuşacık gayet. Finalde ise aniden diğer yönteme geçiyor ve tatlı tatlı bağ kurmuş insan gerçeklikle karşılaşıveriyor. Ve evet görüntü anlamında da travmatize etmeden şiddeti hissettirmesini düşününce Ahtopot filmi 2 numaralı üsluba sahip.

Film boyunca yabancılaşmaya dair serpiştirilmiş detaylar da şahane. Kovanın içindeki balıkları severken diğer çocuğun "Kedi mi seviyon kızım?" diye yadırgaması, "Dedem zaten anlamaz hiçbir şey, rahat takıl sen" dediği sahne, duvardaki balık aniden hareket edince onun donuk bir nesneliği ile canlı bir balık oluşu algısı arasında minik bir şok yaşaması... Temanın güzel detayları. Film gerekirse "Yabancılaşma" diye bir başlığı da hak edecek kadar da güzel işliyor temayı bence. Ama adının "Ahtopot" olması daha iyi olmuş tabii bence de.

"Ahtopot"; "Stiletto" ve "Bayrak" ile beraber MUBİ'de gösterimde olan en sevdiğim 3 kısa filmden biri haline geldi ve eve gelen misafirlerime ikram edeceğim favori kısa filmlerimden biri olacak.

***

"Ahtopot"u izlemiş ve bu yazıyı okumuş okura bir soru sormak isterim.. 1 numaralı mı, yoksa 2 numaralı mı üslubu tercih ederdiniz bu konuda empati kurmaya yönelten bir deneyim yaşamak olmak isteseydiniz?



***

Ben eşitlik-adalet-özgürlük sorunlarında "tahakküm" kavramını merkeze koyarak düşünmeyi keşfettiğimden beri her türlü tahakküm içeren konuya dair çözümleyici düşünüşlerimde de "yabancılaşma" dediğimiz kavramın kilit bir noktada olduğunu anladım. Marx'taki emeğe yabancılaşma tespitinden tutalım, türcülüğün merkezinde gördüğüm 'hayvana yabancılaşma'ya kadar, herhangi bir spontane veya sistematik tahakküm üzerine yeteri kadar düşünüldüğünde bir noktada kilit bir kavram  olarak "yabancılaşma"yı herkesin görebileceğini düşünüyorum. Yaşamının bir yerinde, büyük bir konuda daha gözündeki yabancılaşma perdesini indirecek, bardağını taşıran son damla ile karşılaşan bir insan açısından değil de; yabancılaşmayı diğer insanlara ifade etmeye çalışanların açısından bahsettiğim 1 numaralı sert ve 2 numaralı tatlı yöntem üzerine yıllarca düşünüş yolculuğu yaşadım ben de. Bu yolculuğumu çok kısa özetleyerek, bir önceki paragrafta okura sorduğum "1 mi? 2 mi?" sorusunu, bir meseleyi ifade ederken hangisini tercih ettiğimin bendeki cevabına bağlayacağım. 

20'li yaşlarımın başlarında memleketimizdeki sol siyaset hakkında bilgi ve pratik sahibi olmaya başladığımda gördüklerim ve öğrenmeye başlangıç noktası "romantik siyaset" diye adlandırdığım tarzdı. 20'li yaşlarımın ortasında bana en heyecan ve güç veren siyaset örneklerinden olan 2013 Gezi Direnişi'ne hakim siyaset dilinin ironik dil olması; 'hüzün dili' yerine 'sevinç dili'nin daha güçlü etki yarattığı konusunda bana önemli bir öğreti olmuştu. Zira 'pratikle yoğrulur insan' demişler..

Gezi deneyiminin ardından 2015 Mart'ında karşılaştığım Şükrü Argın sunumu olan "Romantik Sol - İronik Sol" paneli[1] siyasette romantizmi artık bir 'sorun' olarak görmeye başlamamı sağlayan çok önemli bir köşe taşı olmuştu. 

İzmir'de, günümüzde "Arkadaş Okul" adıyla devam eden ve Sudbury ya da Başka Bir Okul Mümkün benzeri klasik eğitim anlayışından uzak özgürlükçü-demokratik eğitim tarzı icra eden bir anaokulunda çalışan öğretmen arkadaşımdan 2018 gibi öğrendiğim bir öğreti şuydu: Çocuklara gerilim vererek değil, bağ kurdurarak öğretebilirsiniz. İklim krizi konusunu öğretmek ve bilinçlendirmek isteğindeyseniz; çocuğun omuzlarından sarsarak "Ormanlar yanıyor! Hayvanlar feci şekilde can veriyor!" diye dehşete düşürerek ağlatmakla öğretmek yerine, çocukları orman gezintilerine götürmek, serbestçe keyifli vakitler geçirmelerini ve orada kendilerinin oyunlar kurmasını, etrafındaki mekanı keşfedip, bizzat kendisi kafa yorarak o mekandan eğlence çıkarıp, ağaçlarla-ormanla-doğayla-hayvanlarla bağ kurmasını sağlamak yönteminden bahsediliyor yani... [2]

2019'da ise "Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?"[3] kitabıyla başlayan az buçuk Spinoza araştırma dönemim sayesinde de kederli bir ifade edişin insanın varkalışını ve eyleyişini zayıflattığı, sevinçli bir ifade edişin ise güçlü kıldığı gibi Spinoza'dan alabildiğim fikirler yine beni benzer doğrultuda kendi küçük dünyamda dev fikirsel açılımlara sürüklemişti.

İşte hatırlayabildiğim büyük köşe taşlarının bu olduğu düşünüş yolculuğumun sonucunda günümüzde ben 1 numaradaki gibi sert-dramatik karşılaşma yaşatmak isteyen değil; 2 numaradaki doğal bir ilişkileniş ile bağ kurdurma deneyimini yaşatmak isteyen üslubun insanıyım. (Elbette ki o anki koşullara göre, amacımıza göre en efektif olacak üslup tercihi değişkenlik de gösterebilir ama genel bir kültürün hangi yönde olması gerektiğine dair düşünüyorum sadece.) Ve bu tarafın insanı olarak "Ahtopot" filminin üslubunu seviyorum. 


11.06.2023
Bora Şahinkara 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=bu7_OLhqx4o&t=5s
[2] https://www.instagram.com/arkadas.okul/ . Okuldan öğrendiğim bu şiarı Onur Gülbudak ve Arzu Tatlı'nın katkılarıyla öğrendim.
[3] Çetin Balanuye'nin kaleme aldığı kitabı harika bir Spinoza'ya giriş kitabı olarak görüyorum. Yatıp kalkıp felsefe okumayanların da anlayabileceği bir anlatım gücüne sahip olabilmiş bir kitaptır. Arzu Tatlı keşfettirmiştir bana yine.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder