29 Kasım 2022 Salı

"Lux Æterna" Üzerine

(İlk dinleyişimden sonra tarihe not bırakıyorum)


Metallica, 2016 yazında Hardwired ile yaptığı gibi hiç "Şu tarihte yeni parça geliyor, hazırlananın" falan diye ön duyuru falan yapmadan "Pat!" diye yeni şarkıyı ateşlemek suretiyle Nisan 2023'te çıkaracak albümü duyurdu. Tabii Metallica dinlemeye başladığımdan bu yana gördüğüm 3. yeni stüdyo albümünün duyuru her zaman olduğu gibi beni yaşama sevincine gark etti.

Parçanın bıraktığı hissi tariflemek gerekirse Diamond Head vibe'ı aldığım ve bayıldığım bir parça oldu. So What, Last Caress, Hit the Lights, Hardwired gibi; epik parçalara geçmeden önce bir açılış niyetine veya son kapanış hit'lerinden önceki ara sıcak tadında bir yeri olacak muhtemelen yeni konser setlist'lerinde.

Bu single'ın habercisi olduğu albümün ise 2023'te çıkacak olan "72 Seasons" adına sahip olacağı duyuruldu. "72 mevsim"in, bir insan hayatının ilk 18 yılını ifade ettiği ifade edildi James Hetfield tarafından. Bu parçadaki Diamond Head vibe'ı; hatta 1970'ler sonu-80'ler başı New Wave Of British Heavy Metal türünün; yani tam da grup üyelerinin ilk gençlik yıllarına denk gelen dönemin vibe'ına sahip olmasını albümün temasının müzikal olarak da grup üyelerinin ilk 18 yılının müziklerine göndermeli olacağının habercisi olabilir diye düşünüyorum! Belki de "Eğer Metallica örneğin 1981'de değil de 1971'de kurulmuş bir grup olsa; Kill 'Em All öncesindeki yıllarda yaptığı müzik neye benzerdi?" sorusunun cevabını arayacak bir albümle karşı karşıya olabiliriz. Büyük heyecanla bekliyorum Nisan 2023'ü.

Bora
29.11.2022

***

“72 seasons. The first 18 years of our lives that form our true or false selves. The concept that we were told ‘who we are’ by our parents. A possible pigeonholing around what kind of personality we are. I think the most interesting part of this is the continued study of those core beliefs and how it affects our perception of the world today. Much of our adult experience is reenactment or reaction to these childhood experiences. Prisoners of childhood or breaking free of those bondages we carry.”
– James Hetfield

“72 mevsim. Gerçek ya da sahte benliğimizi oluşturan hayatımızın ilk 18 yılı. Ebeveynlerimiz tarafından bize 'kim olduğumuz' söylendiği kavramı. Ne tür bir kişilik olduğumuza dair olası bir güvercinlik. Bence bunun en ilginç yanı, bu temel inançlar ve bunların bugünkü dünya algımızı nasıl etkilediği üzerine devam eden çalışma. Yetişkin deneyimlerimizin çoğu, bu çocukluk deneyimlerine yeniden canlandırma veya tepkidir. Çocukluğumuzun ya da taşıdığımız esaretlerden kurtulmanın tutsakları.”
– James Hetfield










27 Ekim 2022 Perşembe

'Fan'ı Olduğun Grubun Diskografisini Bileceksin Azizim (Bilgiyi Bağlamında Bilmek Üzerine)

İyi bir yazar veya iyi bir roman hakkında 50 tane de alıntı yazılsa veya en 'derin', fiyakalı alıntısı da görülse, üzerine düşünülse, ezberlense alıntının geçtiği kitabı ve kitapları okumadıktan sonra, alıntıyla karşılaşan insan onu kendi dünyasında nereye çekmek istiyorsa, o ana kadarki düşünce dünyası kapasitesi neye izin veriyorsa o kadarlık anlam çıkarabilecektir. Bilgiyi bağlamında bilmek, esas bilmektir.

Bağlamı kavramaya dair ise belki seviyeler bile sıralayabiliriz: - Kitabı okumuş olmak. - Yazarın çok sayıda veya tüm kitaplarını okumuş olmak (artık yazarın üslupları, fikir ve estetik dünyasını kavramak). - Yazar hakkında röportajlar, makaleler okumak (yazarı anandan, babandan çok tanımak). İşte bilgiyi bağlamında bilme anlamında bu seviyeye geldiğinizde o yazarın bir yapıtını, bir cümlesini, bir fotoğrafını, bir davranışını görmenin keyfini ve kavrayışını hayal edin.. Şimdi bunu tutkuyla ilgileneceğiniz başka disiplinlere ve sanatlara uyarlayarak da düşünün.. Darbuka çalmak, tavla oynamak, bir futbolcuyu takip etmek, bir müzik grubu, bir renk, bir dans, nü fotoğraf çekinmek,... 1 saat tartışılan tutkulu konularla dolu masalara kulak misafiri olmak istiyorum.. Tabii aklın yerini duyguların biraz fazla aldığı romantizme girmeden, etik çerçevenin dışına çıkmadan.. Bora ŞAHİNKARA 24-27.10.2022

Not: Bir önceki fanzinde (Fanzin İşleri, Sayı 1, Ekim 2022) geçen, 2019'da yazdığım "Fanı olduğun grubun diskografisini bileceksin azizim" cümlesini açarsak bu yazı çıkıyor.

17 Eylül 2022 Cumartesi

"Makina Elektrika" Üzerine

 


Albümün Pentagram diskografisindeki yerini, sanatsal açıdan Metallica'nın diskografisindeki "Hardwired... To Self-Destruct" albümünün yerine benzettim. 

Albümü ikinci tur dinleyişten sonra.Maymunlar Gezegeni, albümdeki bir numaram oldu.

Damn The War
ve Revenant da leziz. Grubun, Youtube'ta, Damn The War'a olan Cahit Berkay katkısını özenle sunmaları, bundan sonra parçanın o şahane yaylı tambur geçişlerini Cahit Berkay'ın çalışını hayal ederek dinlememiz açısından çok keyifli oluyor. Bir bilgiyi bağlamında bilmek şahane his.

Ritim gitarda Yavuz Çetin ve solo gitarda Erkan Oğur'un, Yavuz Çetin'in 1997 tarihli "İlk" albümünde yayınladıkları ve belki de hemen hepimizin duyduğu, kaydedilmiş, gelmiş geçmiş en iyi perdesiz elektro gitar sololarından birini barından bir enstrümantal olan Dünya'nın orijinalinden daha iyi cover'ını belki kimse yapamaz zaten. Orijinali ile kıyaslamadan dinlersek harika bir iş olduğunu düşünüyorum. 

Seek and Destroy'u eğlenceli buldum. 40 yıldır kulakların ezberlediği kült bir Metallica parçasının tüm kült riff'leri ile oynamak, "Sol ayağımın 4. parmağı ile tek telde Seek and Destroy çaldım. Ehehe" diyerekten müzik tutkusuyla değil, boş beleşlikle zaman tüketen sulu Youtuber'ların yaptığı gibi bir çağrışım uyandırıp, olumsuz ve niteliksiz tepkiler alsa da bazı bazı; ben "Bu öyle bir şey değil. İyi ki yapmışlar" diyorum. Bana, yaklaşık 15 yıl önce okuyup hep kulağıma küpe olan şu ifadelerini de hatırlatan bir cover oldu: "Bir türküyü alıp, elektro gitarla çalmaya 'cover yapmak' denmez". Cümle tam böyle değil ama bu minvalde bir şeydi. Emek verip, düzenlemesine kendinizi ifade edişinizden ne kattığınız meselesi ile ilgili argümanı anlamışsınızdır zaten cümledeki.

Ödenmez'i bir buçuk kere dinleyebildim ve Pentagram tarihinin en kötü şarkısı olduğunu düşünüyorum. 

Bu Düzen Yıkılsın, Sur ve Pride single'ları yayınlandığında kesinlikle MMXII albümünde olduğu gibi yüzümü buruşturdum hiç tadını beğenmeyerek. Görkemli Pentagram'dan sonra bu yeni sound'u hiç kabullenmedim ve örneğin "Geçmişin Yükü"ne yeni nesil nasıl ayılıp bayılıyor, hâla zerre anlamıyorum. Albümün bu ilk üç şarkısını da MMXII albümü sound'unun sürdürülüşü olarak düşünmüştüm, albümün geri kalanı hakkında hiç umudum kalmamıştı. Fakat, bu lanetli üçlüden Bu Düzen Yıkılsın olanı çıktığından bu yana bana kendini arada bir dinletmeyi de başardı. Hâlen daha sözlerin biraz daha iyi yazılması gerektiğini, çok basit bir broşür metni seviyesinde olmasını eleştiriyorum. Bu parçayla ilgili en keyifli hissettiğim şey de, faşistlerle, liberallerle, milliyetçilerle, mülteci düşmanı ırkçılarla dolu günümüz yerli metalci kitlesine konserlerde "Sınırlaaaar açılsın!" diye bağırarak eşlik ettirmesi.

Albümde "Lions In A Cage" veya "Şeytan Bunun Neresinde" gibi daha ilk dinleyişte duvarları tekmeleyerek "Vay babayın kemiğine!" dedirtecek bir efsane yok belki ama süper şarkılar da var. Dediğim gibi tıpkı Metallica'nın "Hardwired... To Self-Destruct"ındaki gibi (gerçi o albümde "Vay babayın kemiğine!" dedirtecek Halo On Fire, Spit Out The Bone gibi örnekler var ama Metallica'nın mega efsanelerinin yanında düşündüğümüzde böyle yorumlanmayabilir). MMXII albümünü hiç sevmeyen biri olarak beni ziyadesiyle mesut eden bir Pentagram albümü olarak keyfini çıkarmaktayım. (Ben severim ama Metallica'nın en sevilmeyen albümü olan) St. Anger'dan sonra Hardwired'ın keyfini çıkaran bir Metallica fanı gibi hissetmekteyim tam.


Bora
17-23.09.2022

Albümden parçaların konserlerde çalınma istatistikleri:
Bu Düzen Yıkılsın
Sur 
Sensiz
Maymunlar Gezegeni 
Damn The War
Seek And Destroy

Albüme dair Doğu Yücel kritiğini de tavsiye ederim: https://www.paslanmazkalem.com/pentagram-makina-elektrika

Albümün künye bilgileri:
Prodüktör: Pentagram & Babajim İstanbul
Söz, müzik: Pentagram (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 9)
Müzik: Yavuz Çetin (8)
Söz, müzik: J. Hetfield / L. Ulrich (10)
Ogün Sanlısoy / Vokal
Murat İlkan / Vokal
Gökalp Ergen / Vokal
Demir Demirkan / Gitar
Metin Türkcan / Gitar
Hakan Utangaç / Gitar, Vokal
Tarkan Gözübüyük / Bas Gitar
Cenk Ünnü / Davul, Perküsyon
Ozan Tügen / Klavye, Bağlama, Cura, Vokal
Ney / Gökhan Özkök (1, 3), İlhan Barutçu (8)
Vokal / Ezgi Aktan (1), Ceren Tügen (9)
Seslendirme / Çağlar Türkmen (7)
Alper İlkan / Bas Gitar (9)
Cahit Berkay / Yaylı Tambur (7)
Erkan Oğur / Bariton Perdesiz Gitar, Kopuz (9)
Stüdyo: Babajim İstanbul
Kayıt: Arın Baykurt, Burak Serter, Yazgülü Gürer
Miks: Tarkan Gözübüyük
Mastering: Güven Ersoysal 

parçaların vokalist kadrosu:

01 / bu düzen yıkılsın (v. ogün, murat, gökalp)
02 / sur (v. ogün, murat, gökalp)
03 / prıde (v. ogün, murat, gökalp)
04 / revenant (v. gökalp)
05 / sensiz (v. hakan)
06 / maymunlar gezegeni (v. ogün)
07 / damn the war (v. ogün, murat, gökalp)
08 / dünya (enstrümantal)
09 / ödenmez (v. murat)
10 / seek and destroy (v. ogün, murat, gökalp)

12 Eylül 2022 Pazartesi

"Masumiyet" ve "Kader" Üzerine

(Uyarı: Spoiler niteliğinde olabilir. Filmleri izlemeyenlere okumaması tavsiye olunur. Hiç izlememiş olanlar kronolojik olarak önce Masumiyet'i (1997), sonra "Kader"i (2006) izlemesini öneririm.)


Ben de aşk tutulmasına ve acısına bulaştım. Birden fazla kez hem de. O yola gidebilirdim. Epik bir hikayeye dönüşebilirdim, dönüştürebilirdim. Ben de film olabilirdim. Ama hayatımda pek çok kritik anda yaptığımı yaptım. Evrenin başından bugüne kadar, düz bir çizgi olarak algıladığımız zaman çizgisine baktım. Kendi hayatımı orada çok küçük bir nokta olarak gördüm. Hayatımın başı da sonu da o noktadaydı. Aşk tutulmalarıma saygım vardı ama bunları hüzünlü epik hikayelere dönüştürmedim.

***

Kendimden bir parça bulup, bir parça da olsa özdeşleştiğim hikâyelerin içinden benim için çok önemli başucu eserleri çıktığını düşünürüm hep. Zeki Demirkubuz filmlerinde ise ara sıra, bazen de sadece bir cümle vesilesiyle, kendimin, içimdeki okyanusun en derinliklerinde, güneş ışığının ulaşmamış olduğu bazı bölgelerini görüvermek sarsıcı olagelir benim için. Ve fakat, tipik reel hayat ile olan çelişkilerinden çok enteresan hikâyeler çıkan o karakterlerle yolumun ayrıldığı noktaların da ayırdına varırım. 2019 yılında Spinozacı sevinç ile tanışmış ve "Yeraltı" (2012) filminin baş karakteri gibi Nietszche'yi değil de Spinoza'yı "İşte bu! İşte bu!" diye okumuş biri olmaktan gelen yol ayrımı bu.

***

Aşk değil, sağlıksızlık; hastalık olurdu zaten. Hem bu "Hayır, hayır demektir"i ihlal eden bir suça dönüşürdü. Haydi diyelim ki, iki (veya daha çok) tarafın da onayında olan, aşk karşılığı da olmayan bir iletişimler silsilesi olsun veya kişinin yani 'karşılıksız aşık'ın yıllarca kimseye zarar vermeyen nitelikte yaptığı ettiği çılgın edimlerle dolu uzun ve büyük bir hikâye olmayı başarmış olsun; yine de bu bir hüzün yaşamına dönüşürdü. Çok yavaş bir intihar olurdu bu. Hüzün, hayatta varkalmak adına iyi bir tercih olmadığı gibi, çevresine de ölüm bulaştıran, acı üreten bir tercihtir. Anlık hüzünler, sağlıklı ve olması olağan bir duygudur ama süreğenleşen hüzünler sağlıksız bir tercihtir. Etik adına yapabileceğimiz yapma/etme becerimizi de son derece köreltir. Bir başka, basit bir tabirle: Hüznün ne kendine ne dünyaya faydası vardır.

Aynı hikâyenin bu iki filminde, süreğenleşen birkaç hüzünlü hayat tercihinin, her bir bireyin kendi içinde epikleşen hüzünlü bir hikâyeye dönüşmesinin yanı sıra, bu nitelikte birden fazla hikâyenin, birkaç dev yıldızın birbiriyle çarpışması gibi ortaya çıkan 'mega hüzünlü epik hikâye' de bu filmin kendisi oluyor, birden fazla insanın epik dibe çöküşünü aynı anda içeriyor. İşte bunu bir de Zeki Demirkubuz, kendisinin o gerçeklik lezzetinde, kendi estetik üslubunu oturttuğu çizgide bir anlatımla ve elbette iyi oyunculuklar ve sinemasının diğer parametreleri ile birlikte aktarmayı başardığında 1997 ve 2006 tarihli iki büyük yapıt oluşmuş oluyor.


12-17 Eylül 2022
Bora







27 Ağustos 2022 Cumartesi

"Breaking Bad" Üzerine


(Uyarı: Spoiler niteliğindedir. Diziyi izlemeyenlere okumaması tavsiye olunur.)



Yıllar önce bir arkadaşımdan öğrenmiştim: Bir filmde kötü karakter ne kadar iyiyse, film de o kadar iyidir, diye.

Walter White ve İktidar Yürüyüşü

Başından beri gayet naif, mantıklı, bilgili, nazik bir kişinin pek çok kişice etik olarak kabul edilebilir, cazip bir sebep ile 'iş'e başladıktan sonra hep mecburen girdiği tüm aksiyonlarda (ve zaten ölmesi bu dünya için ziyan olmayacağı düşünülen oldukça da kötü kimselere karşı) kendini bulan ve oldukça karizmatik bir personaya dönüşen figüre dair, olaylar örgüsüne düşüp yüksek bir sempati duyarken; aslında bir iktidar yürüyüşü sürecinde, alıkma seviyemize göre kimimiz hikayenin bir yerinde artık Walter White'ın yanında durmaktan vazgeçiyor, kimimiz ise hikayenin sonuna kadar bir iktidarın yanında konumlanmış buluyoruz kendimizi günün sonunda. Üstelik bu Walter'ın başından beri planladığı sinsice bir sempati toplama oyunu bile değil. Kendisi bile çok küçük tercih anlarında, iktidar duygusu patikasına sapa sapa hem kendisini hem de bizi bir yola sürüklüyor.

Hikayenin başında yüksek bilgisine, -kendisi için bile değil- öldükten sonrası dönem için sevdiği insanlara para biriktirme hedefi koymasına falan sempati duyuyoruz dediğim gibi. Hele bir de oldukça antipati duyacağımız, tehlikeli insanları, üstelik bilgiye bağlı yöntemlerle mahvedince 'kahraman' kavramını sevmeyen özgürlükçüler bile 'helal olsun bee, yaptı yine yapacağını Walter, it's science bitch!, hell yeah!" gibi bir coşkuya kapılmaktan kendini alamıyordur. Bu görsel eserin estetik olarak da muazzam bir seviyede olması bile zaten hikayeye çeşitli noktalardan bağlanma, hem hikayeye hem de ana karakterine ilişkin bir coşkuya kapılma sebebi.

Sabit bir 'iyi insan', 'kötü insan' etiketlerinden bahsetmektense 'davranış etiği'nin hem yaşam hikayesine hem de doğumdan da önce insanlık tarihine, ondan da önce evren tarihine bağlı bir bağlamı da olan, 'anlık performanslar' olarak değerlendirmenin daha mantıklı olduğunu düşündüğümü baştan koyalım.[1] Walter White, hikayenin izleyiciye göre başında (Sezon 1 Bölüm 1), etik düşünmeye ve davranmaya dair fikirleri ve sorgulamaları, yönelimleri her nasıl olursa olsun, bundan daha önemlisi, 'para kazanma' kazanımından ziyade ilerlemeli oyunda Super Mario gibi 'iş'inde ilerledikçe tatlı gelen 'iktidar duygusu'nun peşinden yürümesi. Yani, Walter 'iyiyken kötü biri oldu' veya 'kötü biriyken daha kötü oldu' diye kafa yormaktansa bakılacak bence çok daha önemli nokta şu: Walter, iktidar duygusunun zehrine bağımlı oldu. Ve bunu son bölümlere kadar hiçbir zaman kendine de itiraf edemedi veyahut tespit edemedi, ki bu çok normal: Sarhoş insan "Ben sarhoşum" demez/diyemez. 



Gustavo Fring ve Aşk

Kusursuzluğa yakın bir şekilde hesaplanan bir yaşam, bir iş, bir 'başarı' öyküsü... Olağanüstü büyüklükte, içinde onlarca insanın çalıştığı, karşı tarafın son derece büyük devlet imkanları ile sistematik bir şekilde yaptığı işin peşinde olduğu sonsuz bir mücadeleye rağmen 20 yıldır yakalanacağı bir hata yapmamış olan devasa komplike bir sistematik.

Bu işin başındaki Gustavo Fring'te belki de 'analitik düşünme' dediğimiz becerinin en üst düzeyini görüyor olabiliriz. Almanlar'ın sistematikliği, Japonlar'ın prensipliliği gibi örnekler konuşulacak olursa Gustavo Fring böyle bir çalışma kültürünün Lionel Messi'si. Devasa komplike sistematiğinin tek bir önemli falso vermeyeceği şekilde; sadece işini değil, bütün yaşam(ını) tarzını tasarlamış ve bu tasarıyı hem uygulamakta hem de uygulatmakta olan dev bir güç. Sadece kendisinin son derece konsantre ve prensipli, odaklanmış bir şekilde işini/yaşamını uygulamasındaki inanılmaz başarıyı bir kenara koyarken bir de bu iş için seçtiği insanlara uygulaması gerekenleri harfiyen uygulattığı bir sisteme ikna etme yöntemleri, bunun için uygun insanları seçmekteki başarısı da inanılmaz olduğunu görmeliyiz. Elbette ki basit bir korkuya dayalı itaat ettirme, kaba kuvvete, bağırmaya, çağırmaya, korkunç görünmeye dayalı bir tahakküm kurma sistemi falan değil bu. Kimi çalışanlarının neye hizmet ettiğinin farkında bile olmadığı basit bir işte çalışması söz konusuyken, farklı yoruma pek şans vermeyecek yalınlıkta, netlikte, sakinlikte, genellikle kibarlıkla kurulan minimalist iletişimler ile nezaketle yürüyen insan ilişkileri.. Sempati uyandıracak kadar yumuşak, nazik, net bir görüntüye büründürülmüş ama aslında rıza inşası, manipülasyon gibi her türlü psikolojik iktidar kurma enstrümanını içeren, kusursuz bir insan ilişkileri mühendisi gibi, sesini bile yükseltmeden iktidar kurmak.. Her zaman hazır olan B planları, C planları veyahut harika doğaçlama kararlar. Kriz anlarında asla duygularına teslim olmaması.. Eğer azıcık bile duygularıyla ani bir davranış sergilerse binlerce yerden açık verebilecek olan sistematiğinde minicik bir açığa sebep olabilir ve ömür boyu hapse veyahut ölüme giden yolun önü açılabilir.

Ve evet, gelelim 'kusursuzluğun kusuru'na.. 

Gustavo Fring'in kendi kusursuzluğuna hapsolduğu bir konu da var: Duygular.. Kendisinin bir konser alanında zıplayarak dans ettiğini hayal edebiliyor musunuz? Peki ya dizi boyunca kendisinin aşk hayatına dair en ufak bir bilgi aldınız mı? Matematiksel düşünen 'nerd'lerin genel sorunsalı.. Olasılıkları hakkında veri sahibi olduğunuz, olabildiğince çok parametresini düşünebildiğiniz pek çok şeyi başarılı seviyede hesaplayıp, ayarlayabilirsiniz ama değişkenlerden birinin bir insan olduğu, duyguların yoğun bir şekilde işin içinde bir insan ilişkisi olan aşk üzerine başarılı hesaplar yapamazsınız. Bu alan 'analitik beceri'den çok, 'sosyal beceri'nin alanıdır. 'Nerdy' bir zihnin alıştığı gibi hesaplayarak olacak bir iş değil.

Hank'in onun hakkında bir araya dayanamayıp "Gustavo Fring... Seni muhteşem hergele..." diye burnundan soluyarak mırıldandığı bu karakter, "ekrana gelse de izlesem" diye dizide en keyifle izlediğim karakter olurken ve üzerine bolca düşündürten, etik çerçeve içerisine uyarlayarak öğrenebileceğim çıkarımlar sağlarken, aşk meselesi üzerine de bolca düşünmem gereken bir dönemde böyle ilginç bir tespite de ulaştırmış olduğunu paylaşmak istedim.



Jesse Pinkman ve Skyler White

"Bir filmde kötü karakter ne kadar iyiyse, film de o kadar iyidir" prensibi bence Breaking Bad'in en parlak özelliklerinden biri benim için. Bu prensip, tersinden de oldukça başarılı işleniyor. Şahsen benim de, başından sonuna kadar antipati duyduğum Jesse Pinkman, aslında kriminal mevzunun ortasındaki etiğe en yakın karakter olduğu dizinin başından sonuna kadar muazzam bir yavaşlıkta, üzerindeki toprağın fırça ile ince ince temizlene temizlene ortaya çıktığı bir gerçek gibi gün yüzüne çıkıyor.

Walter White'ın 'iş'ini seyirci büyük bir heyecanla takip ederken, televizyonun önünde durup seyircinin seyir zevkin bozan ve hatta ahlâkçıların (kendinin muhafazakâr olduğunun farkında olmayan muhafazakârların), buna bağlı olarak mizojinlerin nefret bile ettiği, internette kendisine küfürler yazılan karakter olan Skyler White'ın da aslında dizideki vereceği tüm tepkiler sağlıklı bir insanın vereceği tepkilerdi. Elbette ki şok olacaktı, elbette ki dehşete düşecekti. Tüm bu inanılmaz haberler, içine düştüğü dev kaos içinde hayatta kalması için, güvenliği için sıradaki hamlelerini düşünmeye çalıştı. Bütün bu dehşet ruh hâlleri ve vaziyetler içindeki Skyler White ile empati kuramamak ve Walter'a büyük sevgiyle "Ailesi için yapan adama bu yapılır mı beee!" diye alkış tutup, Skyler'dan ise nefret etmek ve iğrenç bir nefret kusmak hayata sığ bakan ahlâkçılardan beklenecek şey doğrusu. 





***

Efsane dizinin (Better Call Saul'da da aynı güzellikte, belki de artarak süren) inanılmaz güzel sinematografisini de şimdilik son notum olarak düşmek isterim. Sinematografik olarak yüksek seviyede olan her film veya dizi eserinde olduğu gibi sayısız güzel fotoğraf gizli. Sizi bir fotoğrafçı olarak bile geliştirecek dizidir.

"Şimdilik son notum" diyorum, çünkü kıymetli arkadaşım Selin'in tavsiyesi ile Şubat 2022'de başlayıp Mayıs 2022'de bitirdiğim Breaking Bad üzerine belki uzun yıllar düşünmeye ve hayatımın her alanında ilham almaya devam edebileceğimi tahmin ediyorum. Zihnimde laf lafı açar da, başka not almak istediğim tespitler olursa, ya bu yazıyı genişleterek ya da ikinci yazıyı yazarak bu konu üzerine nacizane gevezeliğimi sürdürebilirim.

27-29.08.2022
Bora



[1] Yazıya başlarken ki cümlede "iyi karakter, kötü karakter" derken, üstünkörü bir şekilde, bilerek yanlış ifade kullanarak, o kavramları geçirdim, çünkü anlaşılmasını istediğim nokta, basit ve kolay bir şekilde anlaşılsın istedim.
Düzenlemeler: 28.09.2022













13 Ağustos 2022 Cumartesi

"Altın Eldiven" Üzerine

 (Uyarı: Spoiler niteliğindedir. Filmi izlemeyenlere okumaması tavsiye olunur.)



En ince tahakkümlerin faili olmayı kendine hak görmek ve zararsız görmek, doğru koşullar oluştuğunda bir tecavüzcü ve katil olmaktır.

***

Filmde çok dikkatimi çeken bir sekanstan bahsederek başlamak isterim. Çok konuşmasından rahatsız olduğu kişinin dilini kesme hamlesiyle başladığı cinayet saldırısında çığlıklar başlamışken ani bir şekilde 'nezih', 'normal' alt komşunun dairesine geçer görüntü. Pişirdikleri koyun cesedi kellesinin yakın plan görüntüsüne ani bir geçiş ve komşu onun ağzını ayırır, dilini bıçakla keser ve kesik dille eşine tacizkâr bir şaka yapar. Yukarıdaki şiddetten aşağıdaki şiddete bu geçiş hem estetik hem de alt metin olarak müthiş anlardan biriydi. Bir kez daha eril ve karnist tahakkümün aynı iktidari zihniyetten geldiğini vurguladı. Ve yukarıdaki canavarlıkken aşağıda ceset yemenin ne kadar normalleştiğinin arasındaki kontrast.. Fatih Akın'ın vegan olup olmadığını veya fikirsel olarak öyle düşünüp düşünmediğini bilmiyorum ama sinemada bundan daha vegan bir sekans görmedim belki de. 

Aklımda kalan ve not etmek istediğim bir başka detay da; bütün bu korkunçluğun içinde cesetlerin olduğu kilere aceleyle fırlattığı, evin içine asılmış araba kokuları esprisi.

Son olarak ana konuya gelecek olursam.. Kendini kadın olarak ifade eden bir arkadaşımın bu filmle ilgili yorumunu dinlediğimde, onu maktüller cephesinden bir duygu yolculuğuna çıkarmış olduğunu gördüm bu sert filmin. Heteroseksist toplumsal cinsiyet bakımından iktidari erkek rolü ile büyütülmeye çalışılan beni ise katil cephesinden düşüncelere yoğunlaştırdı bu film. Arkadaşım "Benim başıma da bu gelir mi?" derken, ben "Ben de bir gün böyle olur muyum?" diyerek iki zıt yöndeki korkunç soru işareti şekline bürünmüş duygular yoğunlaştırmışız zihnimizde filmin ardından.

Öte yandan arkadaşım, başına bunun gelmemesi gereken bir yaşamın teorisine, pratiğine (feminizm?) bunca zaman kafa yorduğu için çarpıcı, detaylı bir şekilde bu sorunsalla ilgili düşünce yolculuğuna çıkmış olabilir. Ben de böyle bir fail olmamanın teorisine, pratiğine (feminizm?) kafa yorduğum için filmin sonunda bu faillik sorunsalı çok daha yoğun, detaylı bir şekilde düşünmelere dalmış olabilirim. Yani bağlayacağım yer şurası ki; bir sanat eseri ne kadar sert, çarpıcı olsa da "Bir film izledim hayatım değişti, bir şarkı dinledim hayatım değişti, bir kitap okudum hayatım değişti" tadında tek başına basitçe kişinin ihtiyacı olan altın formülü bir mesajla gökten indirip de hayat değiştirmez. Zaten düşüncelere dalmış yolculuğumuzda algılayışımızı, yorumlayışımızı, üslubumuzu derinleştiren ilham kaynaklarıdır veya bazen düşünce yolculuğumuzda öyle doğru zamana denk gelir ki karşılaştığımız sanat eseri, ömür boyu saygı duyabileceğimiz muhteşem bir etki bırakabilir. Fakat dediğim gibi; eser ne kadar iyi olursa olsun, hayatımıza damga vuracak muhteşem etkiyi ancak bizim hayat hikayemiz bağlamında bize bırakabilir.

Bu eserin kimseyi katil olmak için ilham vereceğinden endişe etmeye gerek yok; kimsenin de bu filmi izleyip daha etik bir insana dönüşeceğini, katillikten vazgeçeceğini de beklemeye gerek yok.

***

Bir bebeği iktidar duygusuyla büyütmek korkunç bir şey işte.. 


Kendini dünyanın merkezinde görmek, her şeyin onun için var olduğuna, hak ettiğine kendini ikna etmek vs. ile eril iktidarın cinsel dürtüleri reddedilince mizojiniye dönüşüyor. "Ağam, paşam" diye büyütülen çocuk, süperegoda dış dünyayla çatışıyor. İd ile süperego, sağlıklı bir egoda buluşamıyor. Mizojini ve bu 'kendini ifade edemiyişte sıkışmışlık' bünyede bir araya geldiğinde işin cinayetlere varması çok zor olmuyor! Bir örnekle çok basite de indirgeyerek tekrar söylemek gerekirse, iki reddedildiniz diye 'insanlar/kadınlar böyle yea' diye ortalıkta dolanırsanız katil veya tecavüzcü olmaya bir santim yakınsınızdır.

Toplumdaki eril iktidar, bunun çeşitli evrelerinde dolandırıyor insanları.. İktidar denilen zehir, hepimizin zihnine uğruyor elbet zaman zaman. Ama bunu hak ettiğimizi kendimizi inandırmak; işte bu korkunç tehlikelere, korkunç senaryolara bizi kolayca götürür.

İktidarı hak ettiğimize inanmak, bizi aynı zamanda çok kırılgan, alıngan da yapar. Ve bunun akabinde agresifleştirir. Sinirlenmeye de hak ettiğimize inanırız. Tek bir örnekle geçeyim: Tanıdığınızı düşündüğüm bir saraylının, soyadı bile geçmeksizin ekonomiye dair eleştirel bir sınav sorusunda ismi üzerinden gönderme yapıldı diye kendisine hakaret davası açmasındaki kırılganlığı ve agresifliği düşünelim.

Ulus devletçiliğin, mülteciye karşı veya ülke içindeki tüm 'diğer' halklara karşı geliştirdiği iktidar duygusu; erkekliğin kendine hak gördüğü iktidar duygusu; insanlığın hayvanları sömürürken, bazen severken ve yerken kendine hak gördüğü iktidar duygusu; heteronun normal olanın kendi arzu biçimi olduğunu kabul ederkenki iktidar duygusu; karşısındakine 'sen' diye hitap edenin kendisine 'siz' denilmesini isterkenki iktidar duygusu; yoksullara 'yardım etmek' gerektiğini söyleyenlerin kanıksadığı hiyerarşi duygusu; en inceden en kalına kadar deneyimlediğimiz iktidar kavramını, dediğim gibi kendimizde görürsek ve buna karşı büyük dikkat gösterip samimi bir çabayla kendimizden uzak tutmaya çabalarsak, 'bünyemizde olmaması gereken bir virüs' fikri doğrultusunda sıkıntılar yaşarsak bu sağlıklıdır; fakat bu iktidar biçimlerini herhangi bir şekilde içselleştirip, kendimize hak görüp, yaşamımıza oturtursak, teorize edersek (ve/veya kurumsallaştırırsak,...) filmdeki seri katil olmamız an meselesidir. İktidar zehri bu kadar korkunç.

Mizojinist muhabbetler (Ekşi Sözlük'te açılan "popoya kadar şort giymenin mantıklı açıklaması" gibi başlıklardan tutun her gün milyonlarca izlediği ana akım televizyon kanallarındaki sabahtan akşama kadar mizojininin içkin olduğu heteroseksist ve âhlakçı toplumsal cinsiyet rolleri çığırtkanlığına kadar), 'feminazi' muhabbetleri falan hep cinayetlere, tecavüzlere giden yolu teorize ediyor, meşrulaştırma atmosferi yaratıyor. 

Kimi eril iktidar duygusuna kapılanlar da, hem sosyalleşmeyi öğrenmiş hem de iktidarlık duygusunu da teorize edip, kafasında normalleştirmiş bir tip olarak daha girift yollarla karşındakini kendinden daha değersiz görüyor. Bu da 'ince erkeklik' diye kavramsallaştırılmıştır.. Cinayet işlemeyince, kabaca sopayla vurmayınca toplum tarafından kabul görmekte ama kendi çıkarları doğrultusunda hükümdarlık kurduğu kişi veya kişilerin hayatlarını mahvetmekte olan. Tahakkümün en kabasından, en küçüğüne kadar hiçbir evresi kabul edilemez. Zaten en ince tahakkümlerin faili olmayı kendine hak görmek ve zararsız görmek, doğru koşullar oluştuğunda bir tecavüzcü ve katil olmaktır.

10-18 Ağustos 2022
Bora 

(Bu filmi izlememi tavsiye eden arkadaşlarım: Kade ve Sercan Kırmızı'nın ablası)



7 Ağustos 2022 Pazar

"Dünyanın En Kötü İnsanı" Üzerine

(Uyarı: Spoiler niteliğindedir. Filmi izlemeyenlere okumaması tavsiye olunur.)

***


Tahakkümcü zihniyet sabitlemek, tanımlamak ister ve öyle rahatlar. Evlendirmek, çocuk yaptırmak, belli bir 'kariyer', bir gelir, 'doğru düzgün' bir iş, bir sürü şey... Mahalle baskısının, siyasal iktidarın, aile büyüklerinin, kapitalizmin gözünde bir yere oturtulabilmelisiniz. Ama karakterimiz bir yandan 30 yaş denen dönemece gelmiş ve 'ulen acaba en doğru seçimleri yaptım mı, yaş da geçmeye başlıyor' şeklindeki mini krizlerini yaşarken bir yandan da karşısındakilere öyle manifesto gibi hislerini ve tavırlarını dile getirecek hâli olmayan (bu da ayrı bir iletişim gerilimi yaratıyor, ama çok normal, gerçek hayat böyle zaten genelde, zorunda da değilsin Canım benim) ve sezgisel şekilde tercihlerinin peşinden giderken etrafındaki ince ince rahatsız edici iktidarlarla uğraşıyor. Ve hepsini de taviz vermeden, tatlı tatlı gülümseye gülümseye ezip geçiyor. Mesela iktidarlar onun gibilere 'kafası karışık' der. İlişki bitirene kötü bir insanmış gibi hissettirilir ya örneğin.. Karakterimiz bütün bu suçlayıcı hissettirişleri aşmasını biliyor.

"Hissettiklerimi anlatamayabiliyorum. Ben de sendeki gibi analitik zeka olmayabilir" diyor mesela, çok değerli bir ayrıntı. Bunu diyebildiği için, kendine karşı bu dürüstlüğü sebebiyle yolunu bulabiliyor her türlü ince manipülasyona, duygusal saldırıya rağmen. İşte hem kendi içimizdeki iktidarı yok edebilmemizin yolu hem de bize karşı tahakküm saldırılarını alt edebilmemizin yolu: Kendini yıkıp yıkıp, yeniden yaratabilecek, eksiklerinden bahsedebilecek güce, özgüvene sahip olarak yaşamak.

O dediğim cümleyi birçok 'kariyerli entelektüel' insan diyemiyor mesela. "Bilmiyorum" diyemiyor, "Fikrim değişti" diyemiyor. Koca koca 'isimler'. Bu yüzden de bazı konularda özgürlükçü bir vizyon üzerine hayat görüşü inşa etseler de bazı konularda iktidara bulanıyorlar. Kendilerini sabitliyorlar. Kariyerlerini yıkıp kendilerini yeniden yaratamıyorlar. Karakterimiz kendine dair bu egosuz samimiyetin peşinden koştuğu için yenilmedi ve 'dünyanın en kötü insanı' hissettirilişi pahasını alt edip kendini gerçekleştirmeye giden yolu, doğru cevabı buldu. Bu yüzden ben merkezimize tahakküm karşıtlığını almayı keşfetmiştim. Tahakkümden (her biçiminden) samimiyetle tiksinince doğal olarak ilham alınacak fikirleri, duruşları, alacağı tavırları oturtmakta daha rahat olabiliyor insan. Veganizme, queer'e, feminizme, anarşizme, Marksizm'e, ekolojiye, etik felsefeye merak beraberinde çok doğal bir şekilde yaşamımıza giriyor.

Programda, karikatüristle tartışan sunucunun argümanları da çok iyiydi.

Çok incelikli, şahane bir feminist eser olarak buldum.



5-7 Ağustos 2022
Bora








Bu filmi izlemem için tavsiye eden: Arzu Tatlı

"Paris, 13. Bölge" Üzerine

(Uyarı: Spoiler niteliğindedir. Filmi izlemeyenlere okumaması tavsiye olunur.)

***

Paris'i izlerken "Biraz günümüz eserlerine de bakayım." hissi de motive etti. O açıdan da iyi gözlem oldu. Günümüz modern dünyasının (Yaklaşık 2005 sonrası, akıllı telefonların icadı, internette ve internetli televizyonlarda bireysel vakit geçirme kültürümüzün yaygınlaşması, yüz yüze iletişimimizin, mimiklerimizin, cümle yapılarımızın körelmesi) bana pek sempatik gelmeyen soğukluğu mevcuttu. Filmi benim için güzel AMA harika yapmayan şey buydu galiba. Böyle insan ilişkilerinin gerçekliği elbette var. Hatta elbette ana akım ideolojilerin pompaladığı tekeşlilikten çok daha gerçek. Ama ben bu açıklaşan ve komplikeleşen ilişki biçimlerinin sıcak, sevgi dolu, saygı dolu versiyonlarını da görmek istiyorum.

Mesela 90'larda veya Yeşilçam'da daha sıcak insan ilişkisi havasını görürsünüz ya.. Çünkü bu tip bir açık ilişki biçiminde insanlar 2010'lar, 20'lerin soğuk atmosferinden modern tipler olmak zorunda değil. Biliyorum, gerçek hayatta modern çoğunluğun dünyasındaki atmosfer böyle. Ama ben o atmosferde pek yokum. Bir yeriyle özdeşlik kurmadığım eserler de favori eserler olmuyor.

Açık ilişkiler, komplike ilişkiler işlensin ama böyle Friends'teki gibi saygı ve sevgi dolu sıcaklık da olsun; öyle bir film bulsam süper olacak.


3-7 Ağustos 2022
Bora
(Arkadaşıma bu filmden bahsettiğim bir mesajımı, küçük bir yazıya dönüştürüp, arşive koymanın iyi fikir olacağını düşündüm.)




9 Temmuz 2022 Cumartesi

6 Mart 2022 - Mülteci Trans Dostumuzla Dayanışma Etkinliği

Etkinliğin duyuru metni:

Bir süredir İzmir'de yaşayan ve kendine burada bir hayat kurmaya çalışan mülteci trans dostumuza, bir lgbti+ bireyi olarak yaşamını oldukça zorlaştıracak başka bir şehre gitmesini dayatan ve geçtiğimiz hafta bildirilen, sınır dışı edilmesi ihtimalini de içeren ani bürokratik gelişmeler sebebiyle hukuki olarak yürütülecek süreç ve buradaki hayatını kurmasına destek olacak masraflar için önümüzde büyük bir meblağ belirdi. Bunu acilen toparlayabilmemiz için hep birlikte örgütleyebileceğimiz bir dizi etkinliğin ilki bu Pazar günü Tyke Kafe'de olacak. Çeşitli yiyeceklerden oluşturacağımız yemek tabağını, çayı, muhabbeti vesile ederek dayanışmayı güçlendirmek için tüm dostlarımızı bir arada olmaya çağırıyoruz. (Çeşitli yollardan dayanışmaya katkıda bulunmak isteyenlere aracı olabilmemiz için de bizimle iletişime geçebilirsiniz.)

Kısa Film: Mehmet Ali Ersözlü






8 Temmuz 2022 - Bombalara Karşı Sofralar - İzmir - Alsancak Eylemi Duyuru Metni

Temizlenebilir, yenilebilir olmasına rağmen çok boyutlu çıkarlar için israf edilmiş, sistemin doğadan çalarak bazı insanlara para ile satıp; bazı insanlardan ise israf etmek uğruna esirgediği sebze ve meyveleri; pazarlarda çöp kamyonları tarafından ezilmekten, çürümekten kurtararak: sistemin bu çıkarcı döngüsünün kırıldığı bir yaşam anının mümkün olduğunu; sistemin bunca boşu boşuna yenilemez hale getirdiği sebze ve meyveler dururken, insan olmayan hayvanların bedenlerini pazarlayarak insanın tüketimine sunduğunu ve hatta bu bedenlerin tüketilmesini dayattığı gerçeğini; hiçbir hayvanı sömürmeden, öldürmeden, kimseyi açlığa mahkum etmeden yaşamanın mümkün olduğunu; ekonomik hiyerarşinin doğal bir şey olmayıp sistemin çıkarına hizmet ettiğini; türlerin eşit yaşayabileceği bir yaşam alanı olarak yeryüzü ile de ortaklığımızı farkında olarak yaşamanın mümkün olduğunu GÖSTERMEK İÇİN KURACAĞIZ SOFRAMIZI.

“Bombalara Karşı Sofralar’ (Food Not Bombs)” BUGÜN 19:00'da, İZMİR-ALSANCAK- KIBRIS ŞEHİTLERİ'nde gerçekleşecek.

Aşımızı sokak soframızda paylaşırken kimsenin cebinde ne kadar para olduğunu, kimsenin bileğindeki saatin fiyatını, kimsenin hangi ülkeden gelip hangi ülkeye gittiğini, kimseye ikâmetgâh adresini, kimseye işaretleyeceği bir cinsiyet kutucuğu SORMAYACAĞIZ. Ve hiçbir hayvanın tutsak edilmediği, sömürülmediği, öldürülmediği bir dünyada yaşamanın mümkün olduğunu göstermiş olacağız bir kez daha. Hem de kapitalist sisteme dahil olmadan. Çöpler yiyeceklerle doluyken, bizi aç kalmakla korkutan, yaşayacağımız bir mülke kira ödemek zorunda bırkıldığımız için ömrümüzü çalışmakla harcamamızı emreden sisteme karşı çöpleri geri alıyoruz. Yaşam herkesin yaşamı. Yaşamı savunacağız.Ne sebzelerin, ne milyarlarca hayvanın yaşamının, ne oksijenin, ne yeryüzünün, ne de ömrümüzün tüketim nesnesine çevrilmesine, israf edilmesine karşı göz yumacağız.

Bombalara Karşı Sofralar, etiğin bir ütopya değil, hemen şimdi, her yerde, herkes tarafından, kolayca (gerekirse bazen de zorca) hayata geçirilebildiğini gösterecek bir kez daha.

Hayvanlar yemek değildir. Yeryüzü insanın mülkü değildir.

HAYVANLARIN VE YERYÜZÜNÜN ÖZGÜR OLDUĞU BİR DÜNYA İSTİYORUZ.



Aşağıdaki ilk 11 fotoğraf: Tayfun














Aşağıdaki Fotoğraflar: Bora




Aşağıdaki fotoğraf: Selin



Aşağıdaki fotoğraflar: Bora













24 Haziran 2022 Cuma

22 Haziran 2022 - İzmir - Alsancak - "Köpekler İçin Ses Çıkar" Eylemi Basın Metni

 Basına ve kamuoyuna,


Son zamanlarda toplumda propagandası için büyük bir nefretle, sistematik bir mesai harcanan sokakta yaşayan köpek düşmanlığı başımıza bela olmuştur.


Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanının da sokakta yaşayan köpekler için yaptığı yasalara aykırı ve uygunsuz konuşma sonrası mevcut hayvan nefreti körüklenmiş ve yaygınlaşmıştır. Hayvan düşmanları tarafından, sokak sakini köpeklerin, tanıdıkları, yiyecek ve huzur buldukları mekanlardan ve insanlardan ayrılıp adeta birer "ölüm kampı" durumunda olan barınaklara hapsedilmesi istenmektedir. Tekrar açıklayalım ki; barınaklar hayvanların yaşam alanı değildir, onları beton yığınları arasına hapsettiğimiz yetmez gibi küçücük, hastalık yuvası demir parmaklıklar arkasına kapatılmaları istenmektedir. Hayvanlar tıpkı insanlar gibi özgürce sokaklarda dolaşabilmelidirler. Belediye bakım ve rehabilitasyon merkezleri ile kısırlaştırma merkezleri ise sadece gerekli durumlarda hayvanlar için kısa süreli bir hizmet alanıdır.


En az bizim kadar yaşama hakkıyla dünyaya gelmiş olan canlılar için dijital mecralarda örgütledikleri nefreti, manipülatif haberlerle topluma sokak köpeği korkusu ve düşmanlığı olarak yaymak isteyen ve nefret propagandalarını tehlikeli boyutlara vardıran saldırgan insanlar ve medya kuruluşları görmekteyiz. Oynamak isteyen, iletişim yöntemi bu olduğu için doğal olarak havlayan birkaç köpeğin, saldırmadığı halde, yoldan geçenlere  saldırdığı haberlerini izliyoruz. Bu da toplum olarak, hayvanların dilinden ne kadar az anladığımızı gösteriyor.


Yıllarca tehlikeli insanlar tarafından şiddete maruz bırakılmış, istismar edilmiş, kışkırtılmış ve “tehlikeli ırk” yaftası yemiş birkaç köpek saldırısını; şiddet onların türlerinin bir özelliğiymiş gibi ifade eden, kendi korkuları sebebiyle toplumda 'sokak köpeği sorunu’ algısı yaratmaya çalışan tehlikeli bir grubun, sosyal medya sayfalarıyla, Telegram gruplarıyla aralarında organize olarak hayvan nefreti örgütleme çalışması söz konusu.  


Oluşturulan bir web sitesinde; sokakta yaşayan köpeklerin yerlerini haritada işaretleyip, adeta öldürülmesi için veya ölüm kampı barınaklara gönderilmesi için ciddi bir mesai yapacak kadar saldırgan bir insan güruhu sorunu ile karşı karşıyayız.


Bu hayvan düşmanlığı, hayvan cinayetleri gibi sonuçlara sebep olmasının yanı sıra; insan toplumunun kendi içinde de büyük bir krizin inşasına zemin olmuş ve geçtiğimiz günlerde İzmir - Bayraklı'da bir katilin "Torunum parka giderken sizin beslediğiniz köpeklerden korkuyor" gerekçesi ile aynı aileden Yahya Köşek, Meryem Köşek ve Funda Güçlü'yü silahla öldürmesi ile sonuçlanmıştır. Köşek ve Güçlü ailelerine baş sağlığı ve sabır diliyoruz. Böyle üzücü ve dehşet veren olayların bir daha asla yaşanmaması için, özelde köpeklere yönelik bu nefret inşasına, genelde ise insanların, hayvanların kendinden daha kıymetsiz birer varlık olduğunu varsayan türcü kültüre de derhal son verilmelidir.


Öncelikle tüm insanlık, gezegene, doğaya, hayvanlara hükmetmek gibi bir hakkı olmadığını; bu koca evrende, bu koca dünyada yaşayan milyarlarca hissedebilir yaşam tanesinden sadece biri olduğunu öğrenmek zorundadır. Toplumlar, her şeyin insanlar için olduğu yalanına kendini inandırmaya artık son vermek zorundadır. 


İnsanlığın zaten normalleştirdiği hayvan sömürüsü, hayvan istismarı, doğa işgali üzerine kurmuş olduğu günümüz düzeninde, insanlar olarak her bir hayvana dayanışma borcumuz varken; sokak köpeklerinin canlarını, birilerinin siyasi çıkarlarına, birilerinin nefretine oyuncak etmeyi tartışmaya bile açmıyoruz.


Sokakta yaşayan köpeklerin varlığı, havlaması bir korku kaynağı değildir, bir sorun değildir. Sistematik olarak sokak köpeklerine karşı nefret mesaisi yapan insanların saldırıları ve kışkırtmaları; bizlerin ve hayvanların esas tehlikeli sorunudur. İnsanmerkezci ve ekolojik olmayan betonarme şehirleşmelerimizin hayvanlara sağlıklı bir yaşam alanı bırakmayışı, bizim hayvanları önce konforsuzlaştırıp, sonra da adalet duygusuna sahip olanlarımızın onlarla sürekli dayanışmak zorunda kalması; bencilce davranananlarımızın ise onların varlığını bir 'sorun' olarak görmesi esas sorundur.


"Başıboş köpek" diye bir şey yoktur! Biz insanlar gibi sokaklarda ve doğada özgürce gezmeye hakkı olan köpekler vardır! "Tehlikeli ırk" diye bir şey yoktur; istismara uğrayıp agresifleştirilmiş köpekler ve bunun faili insanlar vardır!


Köpek sürüleri, köpeklerin havlaması çocuk veya yaşlı gibi herhangi bir insan grubu için tehlike değildir. Çocukların, hayvanlara karşı yabancılaştırılması, onlara karşı korku ve nefretle manipüle edilmesi esas tehlikedir. İnsanların saldırganlaşması esas tehlikedir. Eğer köpeklerin havlamalarından korkuyorsanız, onları yaşam alanlarınızdan silmeyi değil onlara saldırgan davranmamayı, onları anlamayı ve onlara yardım etmeyi öğrenmelisiniz!


Bir Afrika atasözünde dediği gibi: "Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar, tarih hep avcıları kahraman olarak övecektir". Bir takım nefret dolu insanların saldırganlığına ve yalanlarına karşı hayatlarını almak istediği ama kendilerini savunamayacak olan canlıların sesi olmalıyız! Haritalar tasarlayıp, hedef göstermek için işaretledikleri sokak köpeği noktalarında, sokak köpeklerinin yanı başında bizler de olmalıyız! Bu nefret dalgası son bulana kadar hepimiz bulunduğumuz mahalleden başlayarak çevremizdeki hayvanları daha dikkatle tanımalı, daha çok dayanışma içinde olmalı, korumalı ve olası şiddet olaylarının önüne geçmeye çalışmalıyız. Sokak hayvanlarını hedef gösterdikleri haritanın varlığına izin vermemeliyiz. Şiddetin örgütlenmesine izin vermemeliyiz.


Köpeklere yöneltilen bu nefrete karşı öfkelenen insanları iyi anlıyoruz. Fakat gerek internette gerek günlük hayatta öfkeli bir dille yanıtlar vermek yerine; herkesi bu nefret inşasını durdurmak için daha somut eylemlere, davranışlara, tedbirlere yönelmeye davet ediyoruz. Sosyal medyada zamanımızı, enerjimizi sayısız nefret söylemine karşı tepki vererek harcamak yerine daha somut ve faydalı eylemlerde bulunmalıyız. 


- Bulunduğumuz her şehirde hayvan özgürlükçüsü insanlar ve oluşumlar ile iletişime geçerek köpeklerle dayanışma konusunda daha çok aklı, daha çok enerjiyi, daha çok imkanı bir araya getirebiliriz ve hayvanlar yararına somut eylemliliklerde bulunabiliriz. 

- Bir köpeğe şiddet vakası ile karşılaşırsak saldırıyı durdurmaya çabalarken videosunu çekebiliriz. Bu videoyu şiddet gören canla dayanışmak üzere acil çağrı yapmak için ve/veya bir dava açmak için kullanabiliriz. 

- Köpek nefreti yayanların, şiddet çağrısı yapanların 'suça azmettirme suçu' işlemiş olabileceğini bilmeliyiz.

- Hepimiz mahalle sakinlerimizi yakından tanımak adına, mahallemizdeki köpeklerin fotoğraflarını çekip, yaklaşık olarak nerede yaşadıklarından haberdar olup bulunduğu civarda yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürüp sürdürmediğini takip edebiliriz. Bir kaybolma vakası olduğunda kendisine dair duyuru yapabilmemiz için arşivimizde fotoğrafının bulunmasını sağlayabiliriz.

- Hepimiz mahallemizdeki köpekler için köpek kulübeleri yapabiliriz. Bağlı bulunduğumuz belediyelere, belediye veterinerliklerine, bulunduğumuz şehirdeki hayvan özgürlükçüsü kişi ve topluluklara böyle bir proje ile gidebiliriz.


Köpekleri yaşam alanlarına karşı bir 'sorun' olarak görenler; onlarla birlikte yaşamayı değil, yabancılaşmayı, yok etmeyi seçenler karşılarında sadece köpekleri değil; onlarla dayanışan insanları da bulacağının bilincinde olmalıdır ve bu şiddet yöneliminden vazgeçmelidir. Şımarık konforlar uğruna sokakta yaşayan hiçbir hayvanın kılına dokunulamaz. Bu bir bencil insan sorunudur, işgalci insan sorunudur, türcü insan sorunudur. Sokakta kendi halinde uyuyan köpeklerin fotoğraflarını paylaşarak, internette velvele çıkarmaya çalışan insanların diğer insanlara saldırma ihtimali köpeklerden bin kat daha fazladır. 


Ne sokakları ne televizyonları ne interneti ne de yaşadığımız coğrafyayı tektipleştiremeyeceksiniz. Ne insanların hayatlarını ne de sokaktaki insan dışı hayvanların yaşam alanlarını evinizin salonunu dekore eder gibi dizayn edemeyeceksiniz.


Yeryüzündeki hiçbir şey sadece insanlar için varolmamıştır. Biz bu evrene 70-80 yıllığına, beraberce, özgürce, yaşamı ve etiği savunarak yaşamaya geldik. Kimseye tahakküm ve zorbalık etmeye hakkımız yoktur! Kendini bu koca evrenin merkezinde sanan ve diğerlerini bu koca dünyaya sığdıramayanlar sorunlu ve tehlikeli kişilerdir ve sadece hayvanlar için değil toplum için de büyük bir tehdit oluşturmaktadırlar. Bu tehdit ve tehlikenin önüne geçilmeli, hayvan düşmanlığı örgütleyenler yasalarla engellenmelidir!


İnsana, hayvana, yeryüzüne özgürlük.




Fotoğraflar: Berkcan Zengin